Yazmaya insanı en büyük motive eden, motorun yaptığı dalga, köpür...Lan?. Hayır. Yazma motivasyonu sağlayan şey temelde "çelişki". En azından benim için böyle. Güncele dair yazmayı sevmem. Ama bu konudaki çelişkiler öyle bir hale geldi ki tribün arkadaşlarıma ayıp olacak yazmazsam. Güncele dair yazmayı sevmem diye artist artist konuşup 100 bin euro'luk tekneye gönderme yapmam da ayrı bir rezillik ya neyse.
Fenerbahçe'yi sevmem. Bunun takım tutmakla filan ilgisi yok. Fenerbahçe benim nazarımda kötülüğü temsil ediyor. Son yıllarda oluşmadı bu hisler. Ben kendimi bildiğimden beri Fenerbahçe başkanları, Güven Sazak, Ali Şen ve Aziz Yıldırım. Hep karanlık tipler, hep aba altından sopa gösteren, güçleriyle şov yapmaktan çekinmeyen karakterler. Diğer kulüp başkanlarına sevgi duyduğum anlaşılmasın sakın. Rahmetli Özhan Canaydın dahil, hiçbir kulüp başkanının tertemiz insanlar olduğunu düşünmüyorum elbet. Ancak hiçbir büyük kulübün başkanı bende Fenerbahçe başkanlarının uyandırdığı hisleri uyandırmadı. Bunlar subjektif görüşlerdir tabi ama tek tek örnekler üzerinden uzun uzun konuşabiliriz isterseniz. Cemal Nalga olayında hiçbir çıkar elde etmemesine rağmen, haklı olarak ciddi bir ceza alan Galatasaray ve bu olaya Fenerbahçe'nin "Takipçisiyiz" yaklaşımını hatırlıyorsunuz. Askerlik yapamaz raporuyla askerden yırtıp, bedelli çıkınca parasını yatıran Aziz Yıldırım'ın üzerine giden de olmadı. "TSK ile iyi ilişkilerim" diye sağda solda konuşuyordu kendisi ama bu kadar iyi ilişki biraz anormal değil miydi? Konuşuruz bunları, tabi konumuz bu olduğu zaman...
3 Temmuz günü yapılan operasyonun ardından, bir takım iplikler pazara düştü. Normal bir takım taraftarının bu tarz bir olay karşısında takınması gereken tavır bellidir. Fenerbahçe taraftarı ise ne yapacağını bilemedi ve tutunacak bir dal aradı. Elinde bir avuç tuz, oradan oraya koşturdu durdu.
İlk dal, Nato ihalesiydi. Bir anda Aziz Yıldırım'a yakın bir takım isimler, Nato'nun Sikorsky ihalesi yaptığını, 4 milyar dolarlık bu ihaleyi Aziz Yıldırım ile birlikte Serdar Adalı'nın da içinde bulunduğu konsorsiyumun kazandığını, dahası ihalede alt ettikleri grubun Çalık Holding olduğunu yazmaya başladılar. Çalık Holding hükümete yakındı malumunuz. Aziz Yıldırım ve Serdar Adalı'yı ihaleden çekilmeleri için tehdit etmiş, buna yanaşmayınca da şike davasını ortaya atmışlardı. Tapeleri inkar etmiyorlardı. "Tamam da şike yapmışsınız" diyenlere, "Büyük oyunlar oynanıyor, ne şikesi" diyorlardı. Mesele uzun sürmedi. Serdar Adalı'nın çevresi bu yalana destek vermeyince boşa düştüler. Ertesi gün de Çalık Holding açıklama yaptı, böyle bir ihaleye girmediklerini, dosya dahi almadıklarını, bu konuda hiçbir çalışma yürütmediklerini söyledi. İhale işi tutmadı.
Sonra "hükümet bize karşı" tezi atıldı ortaya. Başbakan iyi bir Fenerbahçeliydi. Dosyadaki durumu gören, Federasyon başkanı ve bir başka Fenerbahçeli M.Ali Aydınlar'ı gönderip, yerine Türk spor tarihinin gördüğü en yeteneksiz, en kötü, kendi taraftarından en büyük nefreti uyandıran başkanı Yıldırım Demirören'i Federasyon Başkanlığına getirmişti üstelik. Yeni Federasyon Fenerbahçe'ye hiçbir ceza vermedi. Yetmedi, 9 puan geride bitirdiği ligi, tekrar şampiyonluğa ortak olabileceği şekilde düzenledi (Bu düzenleme sırf Fenerbahçe için yapıldı diyemeyiz tabi. Lig Tv'nin de payı çok büyük). 17 kulübün isteğine rağmen sırf Fenerbahçe için yabancı sınırlamasını esnetmedi. Irkçı taraftarları, ırkçı futbolcuları bu ülke ilk kez bu dönemde gördü. Tamamı komik cezalarla geçiştirildi. Özetle Yıldırım Demirören gibi bir adamın Federasyon Başkanı olmasını normal şartlar altında Fenerbahçeliler dahil, hiç bir mide sindiremezdi. Ancak ne amaçla getirildiği, nasıl seçildiği ve neler yaptığı gün gibi ortadaydı. "Yahu bu hükümet size nasıl karşı oluyor?" deyince, "o işler o kadar basit değil" diye, en az "Fenerbahçe büyüklüğü" kadar soyut bir açıklama ile karşılaşıyorduk. Yetmez gibi bir de Gezi süreci başladı. Linççi yamyamların katlettiği Ali İsmail Korkmaz, sanki eylemlere Fenerbahçe için katılmış gibi bir hava yarattılar. "Ali İsmail Korkmaz, Fenerbahçe yıkılmaz". Şu iki cümleyi birleştirmek başka bir takım taraftarına asla nasip olmayacak. Bu kafa bambaşka bir kafaydı.
Tabi işler göründüğünden daha karmaşıktı. Diğer tüm takımların taraftarlarında olduğu gibi, Fenerbahçe taraftarları arasında da siyasi bir homojenlik yoktu. Ak Parti karşıtı Fenerbahçeliler göğsünü gere gere bu martavalları okurken, Ak Partili Fenerbahçeliler elinden şekeri alınmış çocuk gibi kaldılar. Tabi genel argümanları devam ediyordu. "Ya o değil de siz şike yapmışsınız". dememiz nafile. "Gezi'den bir ders çıkarmamışsınız." deyip fatal error vermemizi sağlıyorlardı.
Bu komedilerin arasında normal ülkelerde işleyen süreçlerin bizde de işlediği oluyordu nadiren de olsa. Hukuk yolları birer birer tükeniyordu. Önce "mahkemede gerçekler ortaya çıkacak" dediler. Çıktı. "UEFA gereken cevabı verecek, orası Türkiye'ye benzemez" dediler. Verdi. "CAS gününü gösterecek" dediler. Olmadı. "Uluslararası Tahkim dediler". Onayladı. "Yargıtay'da görüşürüz" dediler, görüş gününe denk gelmedi. Hepsi bitince "biz zaten böyle olacağını biliyorduk, herşey planlanmış" dediler. Ne desek, bilemedik.
Bütün bunlar olurken, Ak Partili Fenerbahçelilerin imdadına bir olay yetişti. 17 Aralık Operasyonları. Tabi ya, hükümet Fenerbahçe'nin karşısında değildi. Fenerbahçe'nin karşısında olan cemaatti. Aziz Yıldırım, Başbakan ve Ak Parti aleyhinde bağıran Fenerbahçelileri susturmak için can siparane uğraşıyordu. Fenerbahçeliler konuyu hızla kavradılar. Hem yeni hem eski yönetimlerinde Ak Parti'ye ve cemaate yakınlığı herkesçe bilinen Nihat Özdemir, Ahmet Özokur gibi bir çok isim varken, hayat ne güzeldi? "Cemaat bize düşman" dediler. Konu gayet açıktı. "Ya Ülker Arena?". Yok, cevap yok. "Hadi onu da geçtim, kardeş siz şike yapmışsınız", "Bana şike deme ya, Türkiye'nin halini görüyorsun". Savcılar suçluydu, hakimler suçluydu, polisler suçluydu. Herkes ama herkes suçluydu. Bir tek Aziz Yıldırım masumdu. İşin daha tuhafı, bu insanların çoğu 17 Aralık operasyonunu tam tersi kafayla takip ediyorlardı. "Sizin bakanlar rüşvet yemiş" diye soranlara, "Paralel devlet, faiz lobisi, haşhaşiler" filan diyen başbakanla dalga geçiyorlardı. Halbuki durumları, başbakanı savunan bir Ak Partiliyle birebir aynı. Suç işleyen bizdense, ona sahip çıkalım.
Her seferinde bitti sandık ama bitmiyordu. Aziz Yıldırım, çanak soruların havada uçuştuğu (Şeytan Rıdvan'ın programı kadar olmasa da) bir programa katıldı. "Bu operasyonu yapan" diye söze başladı. Bütün Fenerbahçeliler nefesini tutmuş, yeni düşmanlarının açıklanmasını bekliyordu. "Bu operasyonu yapan hükümet değil, onlar da bizimle aynı durumda. Bu operasyonu yapan cemaat de değil. Bunu yapan, olsa olsa Gladio'dur". Müthiş etkili bir yöntem kullanıyordu. Yalanın boyutu ne kadar büyük olursa inandırıcılığı o kadar artar. Öyle bir yalan söylemelisiniz ki karşınızdaki nerede olduğu unutmalı. Gladio he mi? Susurluk'tan beri adını duymuyorduk. Vallahi özlemişiz. Benim üniversite filan bitirmiş Fenerbahçeli tanıdıklarım var, onlar bile inanıyor bu hikayelere. İnsan gerçekten hayret ediyor.
Tabi beyni bu kadar çok yorunca sonuçta devreler yandı: https://www.youtube.com/watch?v=5Caosx_9Tyw
Bildikleri herşeyi yazdıkları bu tezahürat çıktı ortaya. Mesut Yılmaz'ı kendilerinin bitirdiğine inanacak kadar uçmuştular. Ciddi ciddi Fenerbahçelilik bilinciyle (!) oy verecek birilerinin olduğunu sanıyorlardı. Son kaleydiler, Atatürkçüydüler, Ali İsmail Korkmaz'dılar. Şikeyi meşrulaştırmak için zavallı bir gencin linç edilmesini kullanmaktan çekinmezlerdi. "Ha bu arada şike yapmışsınız", şikeyi boşver de "Ali İsmail Korkmaaaaaaz, Fenerbahçe yıkı..."
Ah ne yar, ne para, ne hastalık derdim... İlk adımda bıktım ya, gencim, hiç yorulmam derdim...
20 Şubat 2014 Perşembe
4 Şubat 2014 Salı
STK Nedir? Nasıl oluşur?
Standart bir sivil toplum örgütünün tarifi çok basittir: Fikir önderi bir lider veya oligarşi ile bir miktar kuru kalabalık.
Kusura bakmayın ama bir konu hakkında enine-boyuna aynı şeyi düşünebilecek 10.000, 1.000 hatta 100 kişi olabileceğine inanmıyorum. Bahsettiğimiz konu sizin hassas olduğunuz bir konu olmalı. Öyle ya, bunu dert edinmelisiniz ki bir STK etrafında toplanacak motivasyonu bulasınız. Dert edindiğiniz konu her neyse, onu detaylıca araştırmalısınız. Araştırmalarınız sizi bir yere yönlendirecektir. Bu işlem ne kadar derin, detaylı, analitik, rasyonel ve objektif olursa, bir yere kanalize olmanız o nispette zorlaşır.
Çağımız, hemen hiçbir meselenin tek boyutu olmadığını bize defalarca gösterdi. Ancak insan kendini gerçekleyebilmek için sıklıkla partizanlığı tercih etti. Kendi fanatikliğinin karşısında duranları cahillikle, satılmışlıkla suçladı. Bu tartışmanın dışında kalmayı tercih edenlere boş kafalı, apolitik etiketi vurdu. Apolitik olmayı bir tercih değil, bir aptallık alameti saydı. Kendi aptallığını ise bedenini yorarak örttü. Amatör olarak siyaset yapanların ortak noktası işte bu. Bünyesinde bulunduğu STK'nın görüşlerini geliştirecek eleştiriler yerine, o STK için bedenini yormayı tercih etmek. Bunun birkaç sebebi olabilir. Belgeler arasında çıkmaza düşüp çırpınmak, mesela afişleme yapmaktan daha yorucu olmasına rağmen, afişleme yapanın yorgunluğu gözle görülebilir. Afişlemeye takılmayın, bedensel yorgunluk veren politik eylemlere örnek olsun diye yazdım. Diğer insanlar, efkarda boğulup "ben şimdi ne yapacağım" diye bağıra bağıra ağlayan, bilmediği bir şeyi öğrenmek için gece uykusundan uyanan birini takdir etmezler. Bu durumdan haberleri bile olmaz. İyi ki de olmaz. Ancak beden yorgunluğu gözle görülür. Şahit bırakır. Takdiri peşindir. Yıllar sonra bile başa kakmak için sağlam bir malzemedir.
Esas konumuzdan uzaklaşmayalım. Sorunumuz "kurum seviciliği". Fikir önderi kişi yada grup, tebasını toplamak için sanki onların fikirlerine çok önem veriyormuş gibi davranır. Bu tabi ki saçmalıktır. O fikir önderinin bir derdi var ve kendince bir çözüm önerisi getiriyor. Geriye kalan kalabalığın aynı anda aynı derde düçar olması ne kadar mümkün? Hadi oldu, aynı çözüm önerisini getiriyor olması nedir? E farklı fikrin varsa zaten o grubun içinde işin yok. Dolayısıyla bundan sonrası fikir önderinin kabiliyetine kalıyor. Teba kendini ne kadar önemli hissederse hissetsin, gruba dahil oluş şeklinden kurtulamıyor. Fikir önderi pratikte diyor ki "Benim aklım ve senin iyi niyetin birleşirse, bu işi başarabiliriz." Tebanın aptallığına vurgu yapan bu ahlaksız teklif, kişinin kuruma bağlılık yeminidir. Artık kişisel olarak incitilmediği sürece, bugün ak dediğine bir daha asla kara demeyecektir. Kurumunun piyasaya sürdüğü her yeni görüşü hararetle savunacak, yalnızca bu kaynaklardan beslenecek, kurumuna gelebilecek en ufak olumsuz eleştiride en çok o sinirlenecektir.
Teba ile en acıklı tecrübeleri, dert edinilen konu hakkında tartışırken test edebilirsiniz. Straw Man Argument denen illet, işte bu adamların elinde büyüdü. Tanıdığım birçok zeki, duyarlı, bilgili insanı tartışmaktan soğuttu. Straw Man'i biliyorsunuz. Ad hominem'in başlangıç sürümü. Bilmeyenler için bir örnekle anlatayım. Anarşist: "Kimsenin kölesi yada efendisi olmayacağımız daha güzel bir Dünya için, devlet kurumunun tüm organlarıyla birlikte ortadan kalkması gerektiğine inanıyorum". Straw Man: "Ha herkes tuttuğunu yatırsın yani..." Straw Man, fikri tartışmaz. Konuyu oldukça sığ bir noktaya saplamaya çalışır. Verilen örneklere, refere edilen kaynaklara hakimiyeti yoktur. Birçok STK üyesi işte bu konumdadır. O an istediği tek şey, fikir önderinin bu konuda bir şeyler yazması yada söylemesidir.
Siyasi partiler de benzer konumda. Biliyorum. Ancak onlar ilgi alanıma girmiyor. Israrla kullandığım "amatör olarak siyaset yapmak" tabiri parti üyeleri için geçerli değil tabi ki. Onların davranışlarının bir ikbal kaygısıyla yapıldığı çok açık. Dolayısıyla Melih Gökçek şakası yapmak, ayakkabı kutusundan tespit devşirmek benim gündemimin dışında. Cemil Meriç'in ünlü tabiri yalnızca izm'ler için geçerli değil. STK'ların da ciddi bir deli gömleği işlevi var.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)