2 Temmuz 2014 Çarşamba

Açılın Ben Çerkes'im

Gregor Hamza, o sabah uyandığında kendini bir Çerkes olarak buldu. Kırıkkale’de doğmuş, kavruk bir genç irisi olarak yattığı yatağından, beyaz tenli, atletik vücutlu biri olarak kalktı. Aynanın karşısına geçip kendini uzun uzun inceledi. Evet, tam bir Çerkes’ti işte. Esmer tenli, kısa boylu, şişman Çerkesleri tiksintiyle karışık bir acımayla aklında geçirdi.

Mutfağa geçip çay koymayı düşündü ama hemen bu düşüncesinden vazgeçti. Çerkesliğinin hakkını vermeli, normal insan alışkanlıklarını bırakmalıydı. “Asiller kahvaltıda ne yiyor acaba?” diye düşündüğü esnada kapı çalındı. Gidip kapıyı açtı. Gelen Prens Charles’tan başkası değildi. Sanki evine hergün hanedandan birileri geliyormuş gibi durumu olgunlukla karşıladı. Charles’ı eve buyur etti. “Kusura bakmayın, ev biraz dağınık” dedi, dünden kalma dolu küllüğü poşete boşaltmaya çalışırken. “Bilirsiniz, biz Çerkesler’de misafir çok önemlidir. Misafirperverlik dedin mi orda ayık ol. Etrafta bir Çerkes vardır.” Diye ekledi. “Tabi” dedi Charles. “Bilmez miyim? Bizde de Keltler var. Onlar da Çerkez kökenlidir. Misafire saygı onlarda da had safhadadır.” Prens Charles’ın Çerkeslerden haberdar olması karşısında şaşkınlığını gizleyemeyecek gibi oldu ama gizledi. “Yalnız Çerkez değil, Çerkes” diyerek düzeltti. Bu hata karşısında Prens Charles özür diledi.“Ya Charles, sen bu işlerden anlarsın, Allah’ın adını verdim, asiliz di mi?” diye sordu. O kadar çok asilliğinden bahsetti ki Prens Charles en sonunda “Abi seni görene kadar ben kendimi asil sanardım. Kraliyeti, hanedanı batsın. Soyumdan utandım yemin ederim. Asalet dediğin sizinki gibi olur.” dedi, evde parmak ucunda gezmesine hayretle baktığı adama. “Mesela ben sana, sürgün esnasında gemilere bindirilen Çerkes kızlarının, büyüklerinin yanında oturmayı ayıp saydıkları için açlık ve yorgunluktan ayakta öldükleri hikayeyi anlatmış mıydım?” diye sordu. “Hayır abi anlatsana” dedi Charles heyecanla. “Sürgün esnasında gemilere bindirilen Çerkes kızları, büyüklerinin yanında oturmayı ayıp saydıkları için açlıktan ve yorgunluktan ayakta ölüyorlarmış” dedi. Odada bir sessizlik oldu. Gerçekten kibar bir insan olan Charles, bu hikaye karşısında gülmemeyi başardı. Öte yandan “Abi müsadenle ben kalkayım” demekten de kendini alamadı.

Prens’i yolcu eden Hamza, artık eski Hamza değildi. Her şey için acele ediyordu. Acaba yarın sabah da bir Çerkes olarak uyanacak mıydı? Bir günlük asaletin üstüne tekrar normal insan olmak istemiyordu. Bu sorulara bir cevap bulmak için doğruca derneğe gitti. Dernekte son derece samimi bir ortam vardı. İnsanlar neşe içinde şakalaşıyor, birbirlerine saygı ile gülümsüyorlardı. Gelgelelim Hamza’yı fark eden olmamıştı. “Acaba atla mı gelseydim?” diye düşündü. At konusu çok önemliydi ama kısıtlı imkanlarla coşup Çerkesliği eline yüzüne bulaştırmak istemiyordu. Tam bunların muhasebesini yaparken bir grup genç yanına geldi. Setenay, Jankat, Gupse, Janset diye sırayla kendilerini ve memleketlerini takdim ettiler. Sıra Hamza’ya geldiğinde ismini söylemekten çekindi. “İnsan bi Abrek koyar, bi Jan’la başlayan isim koyar” diye ailesine veryansın etti. “İnşallah patatesten Çerkes olduğumu anlamazlar” diye iç geçirip adını söyledi. Memleketini sorduklarında ise “Düzce” demekle yetindi. Neden bu şehri seçtiğini bilmiyordu ama bir güç Hamza’ya Düzce dedirtmişti işte. Gruptaki çiftlerden biriyle ilgili, qaşenlik müessesesi üzerinden bir takım şakalar yapıldı. Hamza konuları tam anlamıyordu ama Xabze gereği nezaketinden taviz veremiyordu. Gösteri konusu üzerinde çok durulmuştu. Gösteri Xabze’nin temel direği olmalıydı. Sohbet derinleştikçe bilgisizliği ortaya çıkacaktı. Akşam Ürdün, İsrail ve Suriye devlet başkanlarıyla bir toplantısı olduğunu söyleyip derneği terk etti. Dernek bu duruma da şaşırmadı.

Şimdilerde yıkılıp yerine otel ve başbakanlık ofisine ait güvenlik bölgesi yapılan, Beşiktaş iskelesindeki çay ocağına doğru yola çıktı. Orada Beşar Esad, Kral Abdullah ve Shimon Peres’le buluşacaktı. Gittiğinde Peres ve Esad oradaydı. Yan masaya “boş mu?” diye sorup aldığı tabureyi masaya yanaştırdı. Birazdan Abdullah da geldi. “Ne oldu olm apar topar çağırdın bizi?” diye isyan edercesine sordu Abdullah. “Bana biraz ülkelerinizdeki Çerkesler’den bahseder misiniz? Buna çok ihtiyacım var.” dedi Hamza. Başladılar hep birlikte ülkelerindeki Çerkesleri övmeye. Peres, “biz mesela Yahudiler dışında bir tek Çerkesleri askere alırız, o kadar güveniyoruz yani.” dedi. “Bizim sarayları filan hep Çerkesler koruyor. Çok yaman, yiğit, güvenilir adamlar” diye ekledi Abdullah. “Çerkesler’i benim kadar kimse sevemez. Gel Şam’a Çerkesler hep en güzel mevkilerdeler. Ayrıca bu vatan için ölürken Arapça bilmiyorlardı, şimdi Çerkesçe bilmiyorlar” diye devam etti Esad. “Bizim ordakiler Çerkesçe biliyor aslanım” diye lafı yapıştırdı Peres. “Lan kutik, 3000 kişiye dedem de öğretir Çerkesçe. Suriye’de var 120.000 Çerkes. Hangi birine öğretiyim anadilini. Arapça konuşuyolar işte, mis gibi dil.” diye kendini savundu Esad. Tam tartışmanın alevlendiği anda büyük bir gemi geçti boğazdan ve oluşturduğu dalga sahile en yakın yerde oturan 4 kafadarı tepeden tırnağa ıslattı. Abdullah, Esad ve Peres söylene söylene kalktılar yerlerinden. Hamza da kalktı. “Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu Hamza. “Eve gidiyoruz abi. Sen de eve git.” dediler. “Yok” dedi. “Genlerim beni yanıltmıyorsa, bu soğukta üstümü ıslatan gemiye gitmem gerekiyor. O gemiyi birden çok sevdim. Gidiyim bakayım, belki o gemidekiler de beni çok sever” dedi. Az önce oturduğu taburenin üzerine çıkıp denize atladı.