13 Nisan 2014 Pazar

Şuyuu Vukuundan Beter Hülyalar

"Bayılırım Belaya" Ah Muhsin Ünlü

O akşam da diğer akşamlarda olduğu gibi eve gittim. Son 3 yılki akşamlarım, ondan önceki akşamlarıma hiç benzemiyordu. Söz gelimi bundan 5 yıl önce işten eve gelir, acelece bir şeyler atıştırır, hemen kendimi sokağa atardım. Görüşmek istediğim insanları, görüşme isteğimin yoğunluğuna göre sıraya koyar ve bu sırayı takip ederek aramaya başlardım. Kimi denk getirirsem akşamki programıma onunla karar verirdim. Şimdi ise eve gittiğimde ya daha önce planlanmış bir programa iştirak ediyor yada yemekten sonra televizyon karşısında uyuşuyordum. Bu durumdan memnun olup olmayacağımı düşünecek durumda bile değildim. Çünkü artık evliydim.

Çevremde o kadar çok evlilik sohbeti dönmeye başlamış, arkadaşlarım o kadar çok “evlen artık” der hale gelmişti ki sırf şu sohbet bitsin diye evlenebilir durumdaydım. Bu kadar çok insan mütemadiyen aynı telkinde bulununca, ister istemez “bir bildikleri vardır zahir” diye düşünüyorsun. Politik göndermemi demokrat arkadaşlar mazur görsünler ancak katılımcı demokraside de benzer prensipler geçerli. Çoğunluğa tabi olmanın kesin sebebi, çoğunluğun fiziksel olarak güçlü olması. Ancak temelinde çoğunluğun “muhtemelen” haklı olacağı ön kabulü yatıyor. Çok kişinin savunduğu fikri kabul etmemiz isteniyor ve biz o denyoların aslında hiçbir şey bilmediklerini ancak yıllar sonra ve ağır bedeller ödememizi müteakip anlıyoruz. Olan bizim hayatımıza oluyor fakat o çoğunluk yarattıkları tahribatın ağırlığını zerre hissetmiyor.

Hiçbir orijinal tarafım yoktu. Üç günlük hayatımı tam da yaşamam gerektiği gibi yaşayacaktım. Evlenir evlenmez İstanbul’un nezih semtlerinden birinde ev tutmuştum. İmzaladığım kontratın mürekkebi kurumadan, kendimi tüm uygar yeni evliler gibi IKEA’ya attım. Etrafta kendim gibi beyni alınmış androidleri gördükçe rahatlıyordum. Başka yerden alışveriş yapmam hem benim hem de sevgili eşimin toplum içindeki konumumuza ciddi zararlar verebilirdi. Birileri bizim çağdaş bireyler olmadığımızı zannedebilirdi. 46 inç bir plazma televizyonu ve hemen karşısındaki kırmızı koltuğu hemen aldım. Özellikle koltuğun geçici bir süre için de olsa stoklarda olmamasını kaldıramazdım. Evin ortasına minik bir kilim, bir köşeye pikap görünümlü dijital bir alet, sağa sola ortalığı aydınlatmaktan başka her şeye yarayan birkaç lamba ve adını-neye yaradığını hala bilmediğim onlarca ufak tefek eşya ile evimizi tıka basa doldurduk. Evde adeta eşyalar oturuyordu ve biz onlara olan saygımızdan yürüyüşümüzü düzenliyor, rahatça oturamıyorduk.


Kırmızı kanepemizde oturup romantik komedi filmi izlediğimiz klasik bir akşamdı. “Yarın iş yerinden arkadaşlarla akşam yemeği yiyeceğiz, eve gelip üzerine güzel bir şeyler giyip, beni Kadıköy’den alır mısın? Oradan birlikte geçeriz.” dedi. 3 yıldır evliydik yada bana onun arkadaşları yüzünden 3 aylık evliliğimiz 3 yıl gibi geliyordu. Katılmamız gereken düğünün, nişanın, yemeğin sonu gelmiyordu. Cesaretimi topladım, “ya çok özür dilerim ama ben senin arkadaşlarından tiksiniyorum” dedim. Şartlar olgunlaşsa tamamını bir tanka doldurur, kıyma makinesinde çekerdim. Kırmızı kanepe de plazma tv de fayda etmiyordu. Modern evimizde de otursak, içimdeki sığırı öldüremiyordum. “Ben senin arkadaşlarınla oturuyorum ama” dedi. “Benim arkadaşlarım ağızlarıyla gülüyorlar” dedim. Öyle bir sesle bana bağırmaya başladı ki kırmızı kanepeyi kulağıma soksam yine de rahata eremezdim. O sesler inceldi inceldi ve sevgili karım “ping” diye dumana dönüştü. O anda yataktan nasıl zıpladığımı hatırlamıyorum. Hemen salona koşup modern olmayan kanepeme baktım. Çok şükür yerindeydi.         

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder