Gideyim kendime güzel bir kız bulayım. Standart bir erkeğin
hayatı, kendi kendine bu cümleyi kurduğu gün başlıyor. O gün takriben 14-16
yaşlarına tekabül ediyor. Dikkatinizi cezbettiyse, bir erkeğin en çekilmez
yaşlarıdır aynı zamanda.
Ömrümün en güzel yıllarını kız konuşarak çarçur ettim. Lise
yıllarımda arkadaşlarım, birilerine aşık olma konusunda adeta yarış
içerisindeydiler. Gönlünü bir kıza kaptırıp, tuhaf tuhaf şarkılar dinlememenin
büyük bir ayıp sayıldığı çetin yıllardı. Hafta başında babasından harçlık almış
arkadaşlarım “ben özgürlüğüne düşkün bir insanım” diyordu. 15-16 yaşındaki bir
başka kıza “gerekirse limon satarak” bakacağını iddia ediyor, bir
kabzımalın ona sattığı narenciyeye dayanarak hayata meydan okuyordu.
Bense arkadaşlarımın bu halini küçümsüyor, onlara yaptıkları
şeyin saçmalığını anlatıyordum sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Ben de yaşımın
hakkını veriyor, bir takım kızları bahane ederek uyumuyor, sigara içiyor, kavga
ediyordum.
Liseden mezun olduğum gün okula bir davulcu ve zurnacı
geldi. Kafasına kravatı yandan bağlamış bir arkadaşımı halay çekerken gördüm.
“Ne yapıyoruz lan biz?” diye düşündüm. “Neden varız? Amacımız ne? Hayat, şu
içinde dönüp durduğumuz girdaptan ibaret olabilir mi?” Tam ben bunları
düşünürken davulcu ve zurnacı yanıma geldi. Zurnacı kulağıma kulağıma üflerken
halay havasını, davulcu da dizini yere dayamış, davulu bana doğru “güm güm güm”
diye büyük bir hırsla dövüyordu. Az önceki saçma düşüncelerden arındım, pırıl
pırıl oldum. Mendilimi kaptığım gibi halayın en başına geçtim.
Üniversiteye başladığımda kesin kararlıydım. Artık bu
aptalca davranışlara hayatımda yer yoktu. Liseden kalan bazı alışkanlıklarımı
ise atamadığım için, değiştirmeye karar verdim. Lisede geceye dair, hüzne dair
içtiğim tütünü, şimdi bir sıva ustası gibi içiyordum. Şiire mesafeli olduğum
için, nesirle ilgileniyor, olur olmaz her şeyi betimleye betimleye geziyordum.
30 yaşındaki insanlara, bir ayağı çukurda gözüyle bakıyordum. Gelgelelim
gençliğin hakkını nasıl vereceğimi hiç bilmiyordum. Biz Çorum’dan gelmiş genç
denyolar için hayat çok zordu ve bizi bu zorluktan kurtaracak tek şey yine
kızlardı.
İstanbul’a daha ayak bastığım ilk gün, otobüsten sırtımda
bir sazla inmiştim. O zaman farkında değildim. Bu benim İstanbul’a karşı ilk
rezil oluşumdu. İsterdim ki son rezil oluşum da olsun. Olmadı. Tahsilli
insanlar için işler o kadar da kolay olmuyordu artık. Büyükşehir’de kızlar,
bilinçli erkeklerden hoşlanıyordu. Bilinç, bizde en az bulunan şeydi. Tam
karşılığı şuydu: Haklısın! Bir kız bir şey söylüyordu. Biz bilinçsizler “piyy,
senin derdin tasan batsın” diye iç geçirirken, bir takım hemcinslerimiz büyük
bir coşkuyla katılıyorlardı söylenene. “Nereye gidersen git, oraya kendini de
götürürsün” cümlesini ilk kim dediyse muhtemelen yine bir kızı etkilemek için
söylemişti. İstanbul’a kendimi götürmemeye karar vermiştim ama kendimden
kaçtıkça, herkese benziyordum. Pürüzden probleme kadar her durum için
"sıkıntı" kelimesini kullanan sıradan bir insandım en nihayetinde. Herşeyi
denedim ama bir türlü bilince kavuşamadım. Konuşurken nazikçe kafa salladığım,
gülümsediğim, şaka yaptığım çok oldu ama hiç haklısın diyemedim.
Araf kötü şey hakkaten. Ne genlerinden kaçabiliyorsun, ne
tecrübelerinden. Etkileyici olmak için kendini geliştiriyorsun ama etkilenecek her
şeyden ve herkesten kaçıyorsun. Tüm olan biteni merak ediyorsun, tam bir
bilinçsiz gibi. Dolayısıyla her şeyi biraz biliyordum. Hiçbir şeyi çok iyi
bilmiyordum. "Ben" dedim. "Uyuyamıyorum". "Uyuyarak
kemale erilmez" dedi. "Ben kemale ermek değil, rahatça uyumak
istiyorum" dedim. “Kemale ermeden rahat uyuyamazsın” dedi. “Ne yapayım?”
dedim. "Evlen" dedi. Allah'ım her konu buraya nasıl bağlanıyordu.
"Ne biliyorsun bekar olduğumu?" diye sordum. "Değil misin?"
dedi. O da benim kadar biliyordu te'kid-i istifham nedir. “Az kaldı” dedi."Bir kırlangıç gelir, konar elektrik direğine..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder