31 Ekim 2014 Cuma

Bir Ciklet Markası Olarak Özgürlük


dönünce, bütün gövdesiyle döndü 
bir bu anlaşılabilseydi son yüzyılda 
bir bilinebilseydi 
nedir veçhe. 



Mouse tutan ellerim kopaydı da bu günleri görmeyeydim. Bazı şeyler sadece geceleri fark edilir. Yalnızken. Bencil kişinin en belirgin alameti, kendisini ince ve zarif sanmasıdır. Kölelere değil, kendi köleliğine üzülenlerden bahsediyorum. Hep iyi niyetinden kaybedenlerden. Yalandan asla hoşlanmayanlardan. Ona kıymet verenlerden esirgediği güler yüzü, amirlerine kucak dolusu dağıtan sefillerden. 

Kusura bakmayın, özgürlük gibi bir derdinizin olduğuna inanmıyorum. Zaten Tayyip gibi kapitalizm gibi dertlerinizin olduğuna da inanmamıştım. Siz Tayyip'in farkında olan grubun içinde olmayı seviyorsunuz. Biliyorsunuz "Tayyip" demek, bir zekâ göstergesi. Günlük hayatınızda "Tayyip", "kapitalizm" gibi kelimeleri "Ya abi..." diye başlayan asabi cümlelerle sık sık kullanmanız, sizin tam bir zekâ küpü olduğunuza delalettir. İşte özgürlük de bunun gibi. Daha beteri özgürlüğüne herkes düşkün. 15 yıldır perşembe akşamları Kurtlar Vadisi'ni kaçırmayan adam da CNBCE dizilerini ABD ile aynı gün izleyen adam da aynı ölçüde özgürlük meraklısı. Afiyet olsun, yerseniz. 

Bu kadar adamın “çok düşkünüm” radikalliğinde ağzına sakız ettiği hiçbir şey ayakta kalamamalı. Bir zamanlar memur babasının vergi iade zarfı doldurmasına yardım eden çocuğun, bu gün yaşadığı en travmatik şey “pazartesi sendromu”. Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Sistemin seni zorla içinde tuttuğuna inanmamı mı bekliyorsun?

"Özgürlüğüme düşkünüm" sizin durumunuzu açıklayan doğru cümle değil. Siz daha ziyade "Özgür olsam iyiydi ama bu şekilde de gül gibi geçinir giderim" demelisiniz. Tarih, özgürlüğüne düşkün az sayıda grubu yazar, özgür olsa iyi ama bu haliyle de gül gibi geçinen çoğunluğu yazmaz. 

İşçiler ellerinden çalınan hayatlarına karşı Moncada İsyanı'nı gerçekleştirdiler. Çünkü özgürlüklerine düşkündüler. Bugünün özgürlüğüne düşkün işçileri takım elbiseye, boyundaki turnike kartına bayılıyor. Daha bir gerinerek yürüyor yolda. Tek tip kıyafetin, boyundaki künyenin ne anlama geldiğini bilmeden, şekilli restorana gidip, dev bir tabağın içinde iki lokma yemek söylüyor ve diyor ki tıpkı kendine benzeyen arkadaşına: "Falanca kız beni çok sıkıyor abi, ben özgürlüğüne düşkün biriyim." Seni sıkacak kız bulmuşsun, daha ne istiyorsun? 

Feminist akımlar da çok sempatik bir rota izlemiştir. Seneca Falls Bildirgesi'nin yayınlayıp çatır çatır özgürlüğünü savunan kadınlar da özgürlüğüne düşkün, mecbur olmadığı halde daha kısa etek ve topuklu ayakkabı ile işe giden de. Sorsan ikisi de kadın bedeninin metalaştırılmasına karşı. Ama birisi ne yaptığını biliyor, diğeri şuursuz. "Erkeklerin haklarının aynısını istiyoruz, erkeklerle her şartta rekabet edebiliriz" mertliğinden, "engelli çalıştırma zorunluluğunun aynısı kadınlar için de getirilsin" namertliğine. Özgürlük işte bu kadar ne olduğu belli olmayan bir kavram.

Özgürlük diye bir şey yoktur. Özgürlük, dilediğine köle olmaktır. Sen özgürlüğüne düşkün değilsin. Herkes özgür olsa, senin işe yaramazın teki olduğun hemen belli olurdu. Elinden hiç bir iş gelmiyor. Ancak kalabalığın içinde kaynayıp gidebiliyorsun. Özgürlüğüne düşkün olma gevezeliği, yine tıpkı Tayyip ve kapitalizm gibi, kalabalığın arasında prim yapıyor. Tayyip gitse de senden bişey olmaz. Kapitalizm yerle bir olsa da… Ve sen tamamen özgür olsan da… 

Yalancısın, riyakârsın, ahmaksın.
 

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Açılın Ben Çerkes'im

Gregor Hamza, o sabah uyandığında kendini bir Çerkes olarak buldu. Kırıkkale’de doğmuş, kavruk bir genç irisi olarak yattığı yatağından, beyaz tenli, atletik vücutlu biri olarak kalktı. Aynanın karşısına geçip kendini uzun uzun inceledi. Evet, tam bir Çerkes’ti işte. Esmer tenli, kısa boylu, şişman Çerkesleri tiksintiyle karışık bir acımayla aklında geçirdi.

Mutfağa geçip çay koymayı düşündü ama hemen bu düşüncesinden vazgeçti. Çerkesliğinin hakkını vermeli, normal insan alışkanlıklarını bırakmalıydı. “Asiller kahvaltıda ne yiyor acaba?” diye düşündüğü esnada kapı çalındı. Gidip kapıyı açtı. Gelen Prens Charles’tan başkası değildi. Sanki evine hergün hanedandan birileri geliyormuş gibi durumu olgunlukla karşıladı. Charles’ı eve buyur etti. “Kusura bakmayın, ev biraz dağınık” dedi, dünden kalma dolu küllüğü poşete boşaltmaya çalışırken. “Bilirsiniz, biz Çerkesler’de misafir çok önemlidir. Misafirperverlik dedin mi orda ayık ol. Etrafta bir Çerkes vardır.” Diye ekledi. “Tabi” dedi Charles. “Bilmez miyim? Bizde de Keltler var. Onlar da Çerkez kökenlidir. Misafire saygı onlarda da had safhadadır.” Prens Charles’ın Çerkeslerden haberdar olması karşısında şaşkınlığını gizleyemeyecek gibi oldu ama gizledi. “Yalnız Çerkez değil, Çerkes” diyerek düzeltti. Bu hata karşısında Prens Charles özür diledi.“Ya Charles, sen bu işlerden anlarsın, Allah’ın adını verdim, asiliz di mi?” diye sordu. O kadar çok asilliğinden bahsetti ki Prens Charles en sonunda “Abi seni görene kadar ben kendimi asil sanardım. Kraliyeti, hanedanı batsın. Soyumdan utandım yemin ederim. Asalet dediğin sizinki gibi olur.” dedi, evde parmak ucunda gezmesine hayretle baktığı adama. “Mesela ben sana, sürgün esnasında gemilere bindirilen Çerkes kızlarının, büyüklerinin yanında oturmayı ayıp saydıkları için açlık ve yorgunluktan ayakta öldükleri hikayeyi anlatmış mıydım?” diye sordu. “Hayır abi anlatsana” dedi Charles heyecanla. “Sürgün esnasında gemilere bindirilen Çerkes kızları, büyüklerinin yanında oturmayı ayıp saydıkları için açlıktan ve yorgunluktan ayakta ölüyorlarmış” dedi. Odada bir sessizlik oldu. Gerçekten kibar bir insan olan Charles, bu hikaye karşısında gülmemeyi başardı. Öte yandan “Abi müsadenle ben kalkayım” demekten de kendini alamadı.

Prens’i yolcu eden Hamza, artık eski Hamza değildi. Her şey için acele ediyordu. Acaba yarın sabah da bir Çerkes olarak uyanacak mıydı? Bir günlük asaletin üstüne tekrar normal insan olmak istemiyordu. Bu sorulara bir cevap bulmak için doğruca derneğe gitti. Dernekte son derece samimi bir ortam vardı. İnsanlar neşe içinde şakalaşıyor, birbirlerine saygı ile gülümsüyorlardı. Gelgelelim Hamza’yı fark eden olmamıştı. “Acaba atla mı gelseydim?” diye düşündü. At konusu çok önemliydi ama kısıtlı imkanlarla coşup Çerkesliği eline yüzüne bulaştırmak istemiyordu. Tam bunların muhasebesini yaparken bir grup genç yanına geldi. Setenay, Jankat, Gupse, Janset diye sırayla kendilerini ve memleketlerini takdim ettiler. Sıra Hamza’ya geldiğinde ismini söylemekten çekindi. “İnsan bi Abrek koyar, bi Jan’la başlayan isim koyar” diye ailesine veryansın etti. “İnşallah patatesten Çerkes olduğumu anlamazlar” diye iç geçirip adını söyledi. Memleketini sorduklarında ise “Düzce” demekle yetindi. Neden bu şehri seçtiğini bilmiyordu ama bir güç Hamza’ya Düzce dedirtmişti işte. Gruptaki çiftlerden biriyle ilgili, qaşenlik müessesesi üzerinden bir takım şakalar yapıldı. Hamza konuları tam anlamıyordu ama Xabze gereği nezaketinden taviz veremiyordu. Gösteri konusu üzerinde çok durulmuştu. Gösteri Xabze’nin temel direği olmalıydı. Sohbet derinleştikçe bilgisizliği ortaya çıkacaktı. Akşam Ürdün, İsrail ve Suriye devlet başkanlarıyla bir toplantısı olduğunu söyleyip derneği terk etti. Dernek bu duruma da şaşırmadı.

Şimdilerde yıkılıp yerine otel ve başbakanlık ofisine ait güvenlik bölgesi yapılan, Beşiktaş iskelesindeki çay ocağına doğru yola çıktı. Orada Beşar Esad, Kral Abdullah ve Shimon Peres’le buluşacaktı. Gittiğinde Peres ve Esad oradaydı. Yan masaya “boş mu?” diye sorup aldığı tabureyi masaya yanaştırdı. Birazdan Abdullah da geldi. “Ne oldu olm apar topar çağırdın bizi?” diye isyan edercesine sordu Abdullah. “Bana biraz ülkelerinizdeki Çerkesler’den bahseder misiniz? Buna çok ihtiyacım var.” dedi Hamza. Başladılar hep birlikte ülkelerindeki Çerkesleri övmeye. Peres, “biz mesela Yahudiler dışında bir tek Çerkesleri askere alırız, o kadar güveniyoruz yani.” dedi. “Bizim sarayları filan hep Çerkesler koruyor. Çok yaman, yiğit, güvenilir adamlar” diye ekledi Abdullah. “Çerkesler’i benim kadar kimse sevemez. Gel Şam’a Çerkesler hep en güzel mevkilerdeler. Ayrıca bu vatan için ölürken Arapça bilmiyorlardı, şimdi Çerkesçe bilmiyorlar” diye devam etti Esad. “Bizim ordakiler Çerkesçe biliyor aslanım” diye lafı yapıştırdı Peres. “Lan kutik, 3000 kişiye dedem de öğretir Çerkesçe. Suriye’de var 120.000 Çerkes. Hangi birine öğretiyim anadilini. Arapça konuşuyolar işte, mis gibi dil.” diye kendini savundu Esad. Tam tartışmanın alevlendiği anda büyük bir gemi geçti boğazdan ve oluşturduğu dalga sahile en yakın yerde oturan 4 kafadarı tepeden tırnağa ıslattı. Abdullah, Esad ve Peres söylene söylene kalktılar yerlerinden. Hamza da kalktı. “Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu Hamza. “Eve gidiyoruz abi. Sen de eve git.” dediler. “Yok” dedi. “Genlerim beni yanıltmıyorsa, bu soğukta üstümü ıslatan gemiye gitmem gerekiyor. O gemiyi birden çok sevdim. Gidiyim bakayım, belki o gemidekiler de beni çok sever” dedi. Az önce oturduğu taburenin üzerine çıkıp denize atladı.      

22 Haziran 2014 Pazar

Payandasız Bilinçlinin Maceraları

Gideyim kendime güzel bir kız bulayım. Standart bir erkeğin hayatı, kendi kendine bu cümleyi kurduğu gün başlıyor. O gün takriben 14-16 yaşlarına tekabül ediyor. Dikkatinizi cezbettiyse, bir erkeğin en çekilmez yaşlarıdır aynı zamanda.

Ömrümün en güzel yıllarını kız konuşarak çarçur ettim. Lise yıllarımda arkadaşlarım, birilerine aşık olma konusunda adeta yarış içerisindeydiler. Gönlünü bir kıza kaptırıp, tuhaf tuhaf şarkılar dinlememenin büyük bir ayıp sayıldığı çetin yıllardı. Hafta başında babasından harçlık almış arkadaşlarım “ben özgürlüğüne düşkün bir insanım” diyordu. 15-16 yaşındaki bir başka kıza “gerekirse limon satarak” bakacağını iddia ediyor, bir kabzımalın ona sattığı narenciyeye dayanarak hayata meydan okuyordu.
Bense arkadaşlarımın bu halini küçümsüyor, onlara yaptıkları şeyin saçmalığını anlatıyordum sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Ben de yaşımın hakkını veriyor, bir takım kızları bahane ederek uyumuyor, sigara içiyor, kavga ediyordum.

Liseden mezun olduğum gün okula bir davulcu ve zurnacı geldi. Kafasına kravatı yandan bağlamış bir arkadaşımı halay çekerken gördüm. “Ne yapıyoruz lan biz?” diye düşündüm. “Neden varız? Amacımız ne? Hayat, şu içinde dönüp durduğumuz girdaptan ibaret olabilir mi?” Tam ben bunları düşünürken davulcu ve zurnacı yanıma geldi. Zurnacı kulağıma kulağıma üflerken halay havasını, davulcu da dizini yere dayamış, davulu bana doğru “güm güm güm” diye büyük bir hırsla dövüyordu. Az önceki saçma düşüncelerden arındım, pırıl pırıl oldum. Mendilimi kaptığım gibi halayın en başına geçtim.

Üniversiteye başladığımda kesin kararlıydım. Artık bu aptalca davranışlara hayatımda yer yoktu. Liseden kalan bazı alışkanlıklarımı ise atamadığım için, değiştirmeye karar verdim. Lisede geceye dair, hüzne dair içtiğim tütünü, şimdi bir sıva ustası gibi içiyordum. Şiire mesafeli olduğum için, nesirle ilgileniyor, olur olmaz her şeyi betimleye betimleye geziyordum. 30 yaşındaki insanlara, bir ayağı çukurda gözüyle bakıyordum. Gelgelelim gençliğin hakkını nasıl vereceğimi hiç bilmiyordum. Biz Çorum’dan gelmiş genç denyolar için hayat çok zordu ve bizi bu zorluktan kurtaracak tek şey yine kızlardı.

İstanbul’a daha ayak bastığım ilk gün, otobüsten sırtımda bir sazla inmiştim. O zaman farkında değildim. Bu benim İstanbul’a karşı ilk rezil oluşumdu. İsterdim ki son rezil oluşum da olsun. Olmadı. Tahsilli insanlar için işler o kadar da kolay olmuyordu artık. Büyükşehir’de kızlar, bilinçli erkeklerden hoşlanıyordu. Bilinç, bizde en az bulunan şeydi. Tam karşılığı şuydu: Haklısın! Bir kız bir şey söylüyordu. Biz bilinçsizler “piyy, senin derdin tasan batsın” diye iç geçirirken, bir takım hemcinslerimiz büyük bir coşkuyla katılıyorlardı söylenene. “Nereye gidersen git, oraya kendini de götürürsün” cümlesini ilk kim dediyse muhtemelen yine bir kızı etkilemek için söylemişti. İstanbul’a kendimi götürmemeye karar vermiştim ama kendimden kaçtıkça, herkese benziyordum. Pürüzden probleme kadar her durum için "sıkıntı" kelimesini kullanan sıradan bir insandım en nihayetinde. Herşeyi denedim ama bir türlü bilince kavuşamadım. Konuşurken nazikçe kafa salladığım, gülümsediğim, şaka yaptığım çok oldu ama hiç haklısın diyemedim.


Araf kötü şey hakkaten. Ne genlerinden kaçabiliyorsun, ne tecrübelerinden. Etkileyici olmak için kendini geliştiriyorsun ama etkilenecek her şeyden ve herkesten kaçıyorsun. Tüm olan biteni merak ediyorsun, tam bir bilinçsiz gibi. Dolayısıyla her şeyi biraz biliyordum. Hiçbir şeyi çok iyi bilmiyordum. "Ben" dedim. "Uyuyamıyorum". "Uyuyarak kemale erilmez" dedi. "Ben kemale ermek değil, rahatça uyumak istiyorum" dedim. “Kemale ermeden rahat uyuyamazsın” dedi. “Ne yapayım?” dedim. "Evlen" dedi. Allah'ım her konu buraya nasıl bağlanıyordu. "Ne biliyorsun bekar olduğumu?" diye sordum. "Değil misin?" dedi. O da benim kadar biliyordu te'kid-i istifham nedir. “Az kaldı” dedi."Bir kırlangıç gelir, konar elektrik direğine..." 

13 Nisan 2014 Pazar

Şuyuu Vukuundan Beter Hülyalar

"Bayılırım Belaya" Ah Muhsin Ünlü

O akşam da diğer akşamlarda olduğu gibi eve gittim. Son 3 yılki akşamlarım, ondan önceki akşamlarıma hiç benzemiyordu. Söz gelimi bundan 5 yıl önce işten eve gelir, acelece bir şeyler atıştırır, hemen kendimi sokağa atardım. Görüşmek istediğim insanları, görüşme isteğimin yoğunluğuna göre sıraya koyar ve bu sırayı takip ederek aramaya başlardım. Kimi denk getirirsem akşamki programıma onunla karar verirdim. Şimdi ise eve gittiğimde ya daha önce planlanmış bir programa iştirak ediyor yada yemekten sonra televizyon karşısında uyuşuyordum. Bu durumdan memnun olup olmayacağımı düşünecek durumda bile değildim. Çünkü artık evliydim.

Çevremde o kadar çok evlilik sohbeti dönmeye başlamış, arkadaşlarım o kadar çok “evlen artık” der hale gelmişti ki sırf şu sohbet bitsin diye evlenebilir durumdaydım. Bu kadar çok insan mütemadiyen aynı telkinde bulununca, ister istemez “bir bildikleri vardır zahir” diye düşünüyorsun. Politik göndermemi demokrat arkadaşlar mazur görsünler ancak katılımcı demokraside de benzer prensipler geçerli. Çoğunluğa tabi olmanın kesin sebebi, çoğunluğun fiziksel olarak güçlü olması. Ancak temelinde çoğunluğun “muhtemelen” haklı olacağı ön kabulü yatıyor. Çok kişinin savunduğu fikri kabul etmemiz isteniyor ve biz o denyoların aslında hiçbir şey bilmediklerini ancak yıllar sonra ve ağır bedeller ödememizi müteakip anlıyoruz. Olan bizim hayatımıza oluyor fakat o çoğunluk yarattıkları tahribatın ağırlığını zerre hissetmiyor.

Hiçbir orijinal tarafım yoktu. Üç günlük hayatımı tam da yaşamam gerektiği gibi yaşayacaktım. Evlenir evlenmez İstanbul’un nezih semtlerinden birinde ev tutmuştum. İmzaladığım kontratın mürekkebi kurumadan, kendimi tüm uygar yeni evliler gibi IKEA’ya attım. Etrafta kendim gibi beyni alınmış androidleri gördükçe rahatlıyordum. Başka yerden alışveriş yapmam hem benim hem de sevgili eşimin toplum içindeki konumumuza ciddi zararlar verebilirdi. Birileri bizim çağdaş bireyler olmadığımızı zannedebilirdi. 46 inç bir plazma televizyonu ve hemen karşısındaki kırmızı koltuğu hemen aldım. Özellikle koltuğun geçici bir süre için de olsa stoklarda olmamasını kaldıramazdım. Evin ortasına minik bir kilim, bir köşeye pikap görünümlü dijital bir alet, sağa sola ortalığı aydınlatmaktan başka her şeye yarayan birkaç lamba ve adını-neye yaradığını hala bilmediğim onlarca ufak tefek eşya ile evimizi tıka basa doldurduk. Evde adeta eşyalar oturuyordu ve biz onlara olan saygımızdan yürüyüşümüzü düzenliyor, rahatça oturamıyorduk.


Kırmızı kanepemizde oturup romantik komedi filmi izlediğimiz klasik bir akşamdı. “Yarın iş yerinden arkadaşlarla akşam yemeği yiyeceğiz, eve gelip üzerine güzel bir şeyler giyip, beni Kadıköy’den alır mısın? Oradan birlikte geçeriz.” dedi. 3 yıldır evliydik yada bana onun arkadaşları yüzünden 3 aylık evliliğimiz 3 yıl gibi geliyordu. Katılmamız gereken düğünün, nişanın, yemeğin sonu gelmiyordu. Cesaretimi topladım, “ya çok özür dilerim ama ben senin arkadaşlarından tiksiniyorum” dedim. Şartlar olgunlaşsa tamamını bir tanka doldurur, kıyma makinesinde çekerdim. Kırmızı kanepe de plazma tv de fayda etmiyordu. Modern evimizde de otursak, içimdeki sığırı öldüremiyordum. “Ben senin arkadaşlarınla oturuyorum ama” dedi. “Benim arkadaşlarım ağızlarıyla gülüyorlar” dedim. Öyle bir sesle bana bağırmaya başladı ki kırmızı kanepeyi kulağıma soksam yine de rahata eremezdim. O sesler inceldi inceldi ve sevgili karım “ping” diye dumana dönüştü. O anda yataktan nasıl zıpladığımı hatırlamıyorum. Hemen salona koşup modern olmayan kanepeme baktım. Çok şükür yerindeydi.         

20 Şubat 2014 Perşembe

Fenerbahçe Taraftarı Olmak yada Asimptota Yakınsayan Ters Tanjant Eğrisi

Yazmaya insanı en büyük motive eden, motorun yaptığı dalga, köpür...Lan?. Hayır. Yazma motivasyonu sağlayan şey temelde "çelişki". En azından benim için böyle. Güncele dair yazmayı sevmem. Ama bu konudaki çelişkiler öyle bir hale geldi ki tribün arkadaşlarıma ayıp olacak yazmazsam. Güncele dair yazmayı sevmem diye artist artist konuşup 100 bin euro'luk tekneye gönderme yapmam da ayrı bir rezillik ya neyse.

Fenerbahçe'yi sevmem. Bunun takım tutmakla filan ilgisi yok. Fenerbahçe benim nazarımda kötülüğü temsil ediyor. Son yıllarda oluşmadı bu hisler. Ben kendimi bildiğimden beri Fenerbahçe başkanları, Güven Sazak, Ali Şen ve Aziz Yıldırım. Hep karanlık tipler, hep aba altından sopa gösteren, güçleriyle şov yapmaktan çekinmeyen karakterler. Diğer kulüp başkanlarına sevgi duyduğum anlaşılmasın sakın. Rahmetli Özhan Canaydın dahil, hiçbir kulüp başkanının tertemiz insanlar olduğunu düşünmüyorum elbet. Ancak hiçbir büyük kulübün başkanı bende Fenerbahçe başkanlarının uyandırdığı hisleri uyandırmadı. Bunlar subjektif görüşlerdir tabi ama tek tek örnekler üzerinden uzun uzun konuşabiliriz isterseniz. Cemal Nalga olayında hiçbir çıkar elde etmemesine rağmen, haklı olarak ciddi bir ceza alan Galatasaray ve bu olaya Fenerbahçe'nin "Takipçisiyiz" yaklaşımını hatırlıyorsunuz. Askerlik yapamaz raporuyla askerden yırtıp, bedelli çıkınca parasını yatıran Aziz Yıldırım'ın üzerine giden de olmadı. "TSK ile iyi ilişkilerim" diye sağda solda konuşuyordu kendisi ama bu kadar iyi ilişki biraz anormal değil miydi? Konuşuruz bunları, tabi konumuz bu olduğu zaman...

3 Temmuz günü yapılan operasyonun ardından, bir takım iplikler pazara düştü. Normal bir takım taraftarının bu tarz bir olay karşısında takınması gereken tavır bellidir. Fenerbahçe taraftarı ise ne yapacağını bilemedi ve tutunacak bir dal aradı. Elinde bir avuç tuz, oradan oraya koşturdu durdu.

İlk dal, Nato ihalesiydi. Bir anda Aziz Yıldırım'a yakın bir takım isimler, Nato'nun Sikorsky ihalesi yaptığını, 4 milyar dolarlık bu ihaleyi Aziz Yıldırım ile birlikte Serdar Adalı'nın da içinde bulunduğu konsorsiyumun kazandığını, dahası ihalede alt ettikleri grubun Çalık Holding olduğunu yazmaya başladılar. Çalık Holding hükümete yakındı malumunuz. Aziz Yıldırım ve Serdar Adalı'yı ihaleden çekilmeleri için tehdit etmiş, buna yanaşmayınca da şike davasını ortaya atmışlardı. Tapeleri inkar etmiyorlardı. "Tamam da şike yapmışsınız" diyenlere, "Büyük oyunlar oynanıyor, ne şikesi" diyorlardı. Mesele uzun sürmedi. Serdar Adalı'nın çevresi bu yalana destek vermeyince boşa düştüler. Ertesi gün de Çalık Holding açıklama yaptı, böyle bir ihaleye girmediklerini, dosya dahi almadıklarını, bu konuda hiçbir çalışma yürütmediklerini söyledi. İhale işi tutmadı.

Sonra "hükümet bize karşı" tezi atıldı ortaya. Başbakan iyi bir Fenerbahçeliydi. Dosyadaki durumu gören, Federasyon başkanı ve bir başka Fenerbahçeli M.Ali Aydınlar'ı gönderip, yerine Türk spor tarihinin gördüğü en yeteneksiz, en kötü, kendi taraftarından en büyük nefreti uyandıran başkanı Yıldırım Demirören'i Federasyon Başkanlığına getirmişti üstelik. Yeni Federasyon Fenerbahçe'ye hiçbir ceza vermedi. Yetmedi, 9 puan geride bitirdiği ligi, tekrar şampiyonluğa ortak olabileceği şekilde düzenledi (Bu düzenleme sırf Fenerbahçe için yapıldı diyemeyiz tabi. Lig Tv'nin de payı çok büyük). 17 kulübün isteğine rağmen sırf Fenerbahçe için yabancı sınırlamasını esnetmedi. Irkçı taraftarları, ırkçı futbolcuları bu ülke ilk kez bu dönemde gördü. Tamamı komik cezalarla geçiştirildi. Özetle Yıldırım Demirören gibi bir adamın Federasyon Başkanı olmasını normal şartlar altında Fenerbahçeliler dahil, hiç bir mide sindiremezdi. Ancak ne amaçla getirildiği, nasıl seçildiği ve neler yaptığı gün gibi ortadaydı. "Yahu bu hükümet size nasıl karşı oluyor?" deyince, "o işler o kadar basit değil" diye, en az "Fenerbahçe büyüklüğü" kadar soyut bir açıklama ile karşılaşıyorduk. Yetmez gibi bir de Gezi süreci başladı. Linççi yamyamların katlettiği Ali İsmail Korkmaz, sanki eylemlere Fenerbahçe için katılmış gibi bir hava yarattılar. "Ali İsmail Korkmaz, Fenerbahçe yıkılmaz". Şu iki cümleyi birleştirmek başka bir takım taraftarına asla nasip olmayacak. Bu kafa bambaşka bir kafaydı.

Tabi işler göründüğünden daha karmaşıktı. Diğer tüm takımların taraftarlarında olduğu gibi, Fenerbahçe taraftarları arasında da siyasi bir homojenlik yoktu. Ak Parti karşıtı Fenerbahçeliler göğsünü gere gere bu martavalları okurken, Ak Partili Fenerbahçeliler elinden şekeri alınmış çocuk gibi kaldılar. Tabi genel argümanları devam ediyordu. "Ya o değil de siz şike yapmışsınız". dememiz nafile. "Gezi'den bir ders çıkarmamışsınız." deyip fatal error vermemizi sağlıyorlardı.

Bu komedilerin arasında normal ülkelerde işleyen süreçlerin bizde de işlediği oluyordu nadiren de olsa. Hukuk yolları birer birer tükeniyordu. Önce "mahkemede gerçekler ortaya çıkacak" dediler. Çıktı. "UEFA gereken cevabı verecek, orası Türkiye'ye benzemez" dediler. Verdi. "CAS gününü gösterecek" dediler. Olmadı. "Uluslararası Tahkim dediler". Onayladı. "Yargıtay'da görüşürüz" dediler, görüş gününe denk gelmedi. Hepsi bitince "biz zaten böyle olacağını biliyorduk, herşey planlanmış" dediler. Ne desek, bilemedik.

Bütün bunlar olurken, Ak Partili Fenerbahçelilerin imdadına bir olay yetişti. 17 Aralık Operasyonları. Tabi ya, hükümet Fenerbahçe'nin karşısında değildi. Fenerbahçe'nin karşısında olan cemaatti. Aziz Yıldırım, Başbakan ve Ak Parti aleyhinde bağıran Fenerbahçelileri susturmak için can siparane uğraşıyordu. Fenerbahçeliler konuyu hızla kavradılar. Hem yeni hem eski yönetimlerinde Ak Parti'ye ve cemaate yakınlığı herkesçe bilinen Nihat Özdemir, Ahmet Özokur gibi bir çok isim varken, hayat ne güzeldi? "Cemaat bize düşman" dediler. Konu gayet açıktı. "Ya Ülker Arena?". Yok, cevap yok. "Hadi onu da geçtim, kardeş siz şike yapmışsınız", "Bana şike deme ya, Türkiye'nin halini görüyorsun". Savcılar suçluydu, hakimler suçluydu, polisler suçluydu. Herkes ama herkes suçluydu. Bir tek Aziz Yıldırım masumdu. İşin daha tuhafı, bu insanların çoğu 17 Aralık operasyonunu tam tersi kafayla takip ediyorlardı. "Sizin bakanlar rüşvet yemiş" diye soranlara, "Paralel devlet, faiz lobisi, haşhaşiler" filan diyen başbakanla dalga geçiyorlardı. Halbuki durumları, başbakanı savunan bir Ak Partiliyle birebir aynı. Suç işleyen bizdense, ona sahip çıkalım.

Her seferinde bitti sandık ama bitmiyordu. Aziz Yıldırım, çanak soruların havada uçuştuğu (Şeytan Rıdvan'ın programı kadar olmasa da) bir programa katıldı. "Bu operasyonu yapan" diye söze başladı. Bütün Fenerbahçeliler nefesini tutmuş, yeni düşmanlarının açıklanmasını bekliyordu. "Bu operasyonu yapan hükümet değil, onlar da bizimle aynı durumda. Bu operasyonu yapan cemaat de değil. Bunu yapan, olsa olsa Gladio'dur". Müthiş etkili bir yöntem kullanıyordu. Yalanın boyutu ne kadar büyük olursa inandırıcılığı o kadar artar. Öyle bir yalan söylemelisiniz ki karşınızdaki nerede olduğu unutmalı. Gladio he mi? Susurluk'tan beri adını duymuyorduk. Vallahi özlemişiz. Benim üniversite filan bitirmiş Fenerbahçeli tanıdıklarım var, onlar bile inanıyor bu hikayelere. İnsan gerçekten hayret ediyor.

Tabi beyni bu kadar çok yorunca sonuçta devreler yandı: https://www.youtube.com/watch?v=5Caosx_9Tyw

Bildikleri herşeyi yazdıkları bu tezahürat çıktı ortaya. Mesut Yılmaz'ı kendilerinin bitirdiğine inanacak kadar uçmuştular. Ciddi ciddi Fenerbahçelilik bilinciyle (!) oy verecek birilerinin olduğunu sanıyorlardı. Son kaleydiler, Atatürkçüydüler, Ali İsmail Korkmaz'dılar. Şikeyi meşrulaştırmak için zavallı bir gencin linç edilmesini kullanmaktan çekinmezlerdi. "Ha bu arada şike yapmışsınız", şikeyi boşver de "Ali İsmail Korkmaaaaaaz, Fenerbahçe yıkı..."

4 Şubat 2014 Salı

STK Nedir? Nasıl oluşur?

Standart bir sivil toplum örgütünün tarifi çok basittir: Fikir önderi bir lider veya oligarşi ile bir miktar kuru kalabalık.

Kusura bakmayın ama bir konu hakkında enine-boyuna aynı şeyi düşünebilecek 10.000, 1.000 hatta 100 kişi olabileceğine inanmıyorum. Bahsettiğimiz konu sizin hassas olduğunuz bir konu olmalı. Öyle ya, bunu dert edinmelisiniz ki bir STK etrafında toplanacak motivasyonu bulasınız. Dert edindiğiniz konu her neyse, onu detaylıca araştırmalısınız. Araştırmalarınız sizi bir yere yönlendirecektir. Bu işlem ne kadar derin, detaylı, analitik, rasyonel ve objektif olursa, bir yere kanalize olmanız o nispette zorlaşır. 

Çağımız, hemen hiçbir meselenin tek boyutu olmadığını bize defalarca gösterdi. Ancak insan kendini gerçekleyebilmek için sıklıkla partizanlığı tercih etti. Kendi fanatikliğinin karşısında duranları cahillikle, satılmışlıkla suçladı. Bu tartışmanın dışında kalmayı tercih edenlere boş kafalı, apolitik etiketi vurdu. Apolitik olmayı bir tercih değil, bir aptallık alameti saydı. Kendi aptallığını ise bedenini yorarak örttü. Amatör olarak siyaset yapanların ortak noktası işte bu. Bünyesinde bulunduğu STK'nın görüşlerini geliştirecek eleştiriler yerine, o STK için bedenini yormayı tercih etmek. Bunun birkaç sebebi olabilir. Belgeler arasında çıkmaza düşüp çırpınmak, mesela afişleme yapmaktan daha yorucu olmasına rağmen, afişleme yapanın yorgunluğu gözle görülebilir. Afişlemeye takılmayın, bedensel yorgunluk veren politik eylemlere örnek olsun diye yazdım. Diğer insanlar, efkarda boğulup "ben şimdi ne yapacağım" diye bağıra bağıra ağlayan, bilmediği bir şeyi öğrenmek için gece uykusundan uyanan birini takdir etmezler. Bu durumdan haberleri bile olmaz. İyi ki de olmaz. Ancak beden yorgunluğu gözle görülür. Şahit bırakır. Takdiri peşindir. Yıllar sonra bile başa kakmak için sağlam bir malzemedir.  

Esas konumuzdan uzaklaşmayalım. Sorunumuz "kurum seviciliği". Fikir önderi kişi yada grup, tebasını toplamak için sanki onların fikirlerine çok önem veriyormuş gibi davranır. Bu tabi ki saçmalıktır. O fikir önderinin bir derdi var ve kendince bir çözüm önerisi getiriyor. Geriye kalan kalabalığın aynı anda aynı derde düçar olması ne kadar mümkün? Hadi oldu, aynı çözüm önerisini getiriyor olması nedir? E farklı fikrin varsa zaten o grubun içinde işin yok. Dolayısıyla bundan sonrası fikir önderinin kabiliyetine kalıyor. Teba kendini ne kadar önemli hissederse hissetsin, gruba dahil oluş şeklinden kurtulamıyor. Fikir önderi pratikte diyor ki "Benim aklım ve senin iyi niyetin birleşirse, bu işi başarabiliriz." Tebanın aptallığına vurgu yapan bu ahlaksız teklif, kişinin kuruma bağlılık yeminidir. Artık kişisel olarak incitilmediği sürece, bugün ak dediğine bir daha asla kara demeyecektir. Kurumunun piyasaya sürdüğü her yeni görüşü hararetle savunacak, yalnızca bu kaynaklardan beslenecek, kurumuna gelebilecek en ufak olumsuz eleştiride en çok o sinirlenecektir. 

Teba ile en acıklı tecrübeleri, dert edinilen konu hakkında tartışırken test edebilirsiniz. Straw Man Argument denen illet, işte bu adamların elinde büyüdü. Tanıdığım birçok zeki, duyarlı, bilgili insanı tartışmaktan soğuttu. Straw Man'i biliyorsunuz. Ad hominem'in başlangıç sürümü. Bilmeyenler için bir örnekle anlatayım. Anarşist: "Kimsenin kölesi yada efendisi olmayacağımız daha güzel bir Dünya için, devlet kurumunun tüm organlarıyla birlikte ortadan kalkması gerektiğine inanıyorum". Straw Man: "Ha herkes tuttuğunu yatırsın yani..." Straw Man, fikri tartışmaz. Konuyu oldukça sığ bir noktaya saplamaya çalışır. Verilen örneklere, refere edilen kaynaklara hakimiyeti yoktur. Birçok STK üyesi işte bu konumdadır. O an istediği tek şey, fikir önderinin bu konuda bir şeyler yazması yada söylemesidir. 

Siyasi partiler de benzer konumda. Biliyorum. Ancak onlar ilgi alanıma girmiyor. Israrla kullandığım "amatör olarak siyaset yapmak" tabiri parti üyeleri için geçerli değil tabi ki. Onların davranışlarının bir ikbal kaygısıyla yapıldığı çok açık. Dolayısıyla Melih Gökçek şakası yapmak, ayakkabı kutusundan tespit devşirmek benim gündemimin dışında. Cemil Meriç'in ünlü tabiri yalnızca izm'ler için geçerli değil. STK'ların da ciddi bir deli gömleği işlevi var.