30 Aralık 2013 Pazartesi

Sanatın Kutsiyeti ile İmtihanımız

Geçenlerde birisi, gayet günlük bir konuşma esnasında "Yedinci Sanat" tabirini kullandı. Evet yedinci sanatın ne olduğunu biliyordum. Ama daha büyük bir problemim vardı: İlk altıyı bilmiyordum. Hemen açıp baktım. Öğrendim, aydınlandım, sizinle de paylaşacağım.

Sanata mesafeliyim. Yedinci sanat meselesi ise mesafelerle ifade edilebilecek gibi değil. Buna "dolaylama" deniyor, çok gerekliymiş gibi. Dolaylama, bir edebi sanat. Yani sanatçı diyor ki; "sinema demem, yedinci sanat derim ve bu başlı başına bir sanat olur."

Daha önce kutsal meslek erbaplarından birinin sorunlarına değinmiştik. İşte bir diğer kutsal meslek de sanatçılıktır. Bütün sanatçılar, yaptıkları işin çok önemli olduğunu savunurlar. Devlet, sanki gereken herkese sahip çıkmış da bir tek bunlar eksik kalmış gibi, sanatçılara sahip çıkmalıdır. Her tarafı tiyatro salonlarıyla doldurmalı, herkese enstrüman dağıtmalı, boya fırçası vermeli ancak bunlarla da yetinmemelidir. Bunları yapanlara bol para vermeli, yaptıkları işin satın alınması için insanları teşvik etmelidir. Ben şahsen mesleğimdeki başarısızlığımın sebebini bu adamları görünce anlıyorum. Bir insan kendi mesleğinin diğerlerinden daha üstün olduğu fikrine tam olarak ne zaman kapılıyor hiç bilmiyorum. Böyle bir hisse asla kapılmadım, kapılmayacağıma da eminim. Dolayısıyla bu işten çok para kazanmam kolay değil.

Sanatın yasaklanması konusu ile de ilgiliyim ancak bu mesele yeni başlayanlar için ağır olabilir. Zaten fiziksel ihtiyaçlarını randımanlı olarak karşılayamayan insanlar uzun vadede bu saçmalıktan kendi kendilerine vazgeçecekler.

Gelelim şu ilk altı sanata.

Birinci sanatımız "fine arts" diye tabir edilen, sanatların piri, resim ve heykeldir. Avcılık ve toplayıcılıkla geçen yoğun bir günün sonunda mağaraya dönen yorgun ve sinirli bireyimiz, muhtemelen çoluk çocuğun mağara duvarlarına çiziktirdiği şekillere bir anlam yüklemeye çalıştı. Birçok sanatta dini ritüellerin etkisi büyüktür. Bunda da öyle olduğunu tahmin etmek zor değil. Öyle tahmin ediyorum ki ceylan avının bereketli geçmesini filan temenni ederken denenen bir dua yöntemiydi. Başarılı olmuş olmalı ki 42000 yıldır uygulanmaya devam ediyor. Heykel de neredeyse tamamen dini öğretilerin sırtında büyümüş bir dal. Günümüz heykeltıraşlarının çok da mütedeyyin olmaması kocaman bir çelişki değilse nedir? Daha da pisi, sanatçılardaki mesleki gelişim bilinçsizliği. Bu pislik, en çok resim sanatında kendini göstermiştir. İlk resim yapanlara muhtemelen hayranlıkla bakılıyordu. Resim pratikte bir taklit işiydi. Gördüğün bir şeyi çizmeye çalışıyordun. Sonra bu iş gelişti, gelişti, neredeyse fotoğraf gibi resimler çizilmeye başlandı. Günün birinde, resme yeteneği daha kısıtlı olmasına rağmen, işletmecilik ve pazarlama kabiliyeti üst düzeydi biri çıktı ve görüntüleri olduğu gibi resmetmeyi bıraktı. O adamın daha iyi para kazandığını gören kimi timsah yaradılışlı ressamlar da çizdikleri antin-kuntin resimleri "akım" kisvesi altında millete yedirdi. Kübizmin doğuşunun böyle özetlendiğini görse, Picasso muhtemelen kasketini yerdi ama malesef vaziyet bu. İşte o Picasso için anlatılan meşhur hikaye tüm ressamlarımızı bozdu. Hani Picasso bir evi çok beğenmiş, geçmiş karşısına resmini yapmış. Bunu o evin sahibi görmüş. Picasso da resmi verip, karşılığında evi almış. Şimdi bu hikayeye inanan ressam "devlet bize sahip çıksın" diyor. İstiyor ki o da beğendiği birşeyin resmini yaparsa, beğendiği şeyi ona versinler. Kübist olma demiyorum, kübist gördün mü koşarak kaç diyorum. Yazık, kimin çocuğuysa.

İkinci sanat, müzik. En sevdiğim. Çünkü bu zıkkımın bir de tabanı var. Yedi tane sanat genel seçime girse, müzik % 50'nin üzerinde oy alıp tek başına iktidar olur. Herkes müzikle ilgilidir. Çünkü en çok adama en çok parayı günümüzde müzik kazandırır yedi sanatımızın içinde. En iddialı ve ispatı mümkün olmayan söz müzik için söylenmiştir. "Müzik ruhun gıdasıdır". Şimdi bu sözün, "Türk şöförü en asil duygunun insanıdır" vecizesinden ne farkı var? İlk başlarda sadece cisimleri birbirine çarptırarak ritm tutuluyordu. Sağa sola vurarak gürültü çıkarmak, herkesin kafasını şişirmiş olacak ki düzgün sesli enstrümanlar yapmak için çılgınlar gibi uğraşmıştır insanoğlu. Bunun neticesinde bulunan kabak kemane, klarnet gibi enstrümanlar birer mühendislik harikasıdır. Ama ekmeğini hep sanatçılar yer. Klarneti tasarlayan mühendisler, elektrogitarı yaptıkları anda niye imha etmemişler bilmiyorum ama o konuyu daha sonra irdeleriz.

Sanatların bronz madalyası tiyatroymuş. Evet. Gerçekten yazarken ben utanıyorum. Sene oldu 2014, hala tiyatro yapan var, o tiyatroya giden var, "devlet buna bişey yapsın" diyen var. İlkellikte ısrar etmenin en çağdaş yoludur tiyatro. Çeşit çeşit 3d teknolojileri çıkmış, rahat koltuğuna yayılıp istediğin yerde durdurup başlatarak bütün Dünya'yı izleyebilecek teknolojiye erişmişsin. Hala insanlar ciddi ciddi evlerinden kalkıp, tiyatro salonlarına gidiyor. Büyük bir ciddiyetle oturup göndermelerini dahi tam anlamadıkları metinlerin oyunlaştırılmasını seyrediyorlar. Bununla bir de gurur duyuyorlar. Shakespeare'e, Moliere'e saygım sonsuz. Dönem metinlerinde, üzerine konuşulması gereken çok şey var ama bunu niye canlandırıyorsun hala kardeşim. Eskiden okuma yazma oranları da imkanları da düşüktü. Bu tip bir görsellik, bilginin insanlara ulaşmasında kolaylık sağlıyordu. Şimdi bu metinler tüm Dünya dillerine çeviriliyor. Çevrilmese bile çoğumuz artık ortak bir dil olan İngilizce'yi biliyoruz. Açık konuş, sen tembel misin şekilci misin?

Dördüncü sırada dans var. Dikkat ederseniz hala ağzımı bozmuyorum. Anarşistlerin yüz karası Emma Goldman'dan kalan o lanet hatıra "Danssız devrimi naabıyım" hepinizde güzel hisler bırakıyor değil mi? İşte bu dans denen saçmalığın bugün gördüğü ilgi hep bunların yüzünden. Ablacım senin devrimden tam anladığın nedir acaba? Ancak goygoy. İspanya iç savaşındaki çabalarının yüzü suyu hürmetine Goldman'ı daha fazla örselemeden konuya dönüyorum. Dans da diğer birçok sanat dalı gibi çok tanrılı dinler menşeli bir uygulamadır. Artık tek tanrılı dinlerimiz var. Daha efendi gibi ritüelleri olan semavi dinler tüm Dünya'da yaygın. Yağmur istemiyorsan, ölmüşlerine bir faydasının olacağını düşünmüyorsan, yeni doğan bebeğine bir çıkar devşirmeyeceksen, ne diye zıplayıp duruyorsun arkadaşım?

Sırada en naif, en munis dalımız olan edebiyat var. İngilizcesi literature. Türkçesi şiir. Evet hiç boşuna birbirimizi kandırmayalım. Edebiyattan anladığımız şey şiir. Hepiniz farklı şairleri seviyorsunuz biliyorum. Seviyorum dediği de Özdemir Asaf, Cemal Süreya filan. Kız peşinde ömrünü tüketmiş, başka derdi gücü olmayan birileri. Şimdi Nazım tartışmalı, İsmet Özel tartışmalı (hatta yazdığı yıllara göre bile tartışmalı), Sezai Karakoç tartışmalı ama Cemal Safi değil. Çünkü diğerleri suya-sabuna dokunurken, küçük beyimizin bütün gündemi karı-kız. İki üç tane kafiyeli kelimeye sarıldın mı da sırtın yere gelmez. Ben şiir camiasında felek-kelek kafiyesinden ev geçindiren şairler biliyorum. Bir de Can Yücel tarzı var ki yüzlerce gencimiz bunun ışığında kendini şair zannetti. Bence bir işi çok iyi yapan adam, diğerlerini korkutmalı. Newton'u görüp matematiğe ilgi duyan var mı? Yada Gary Kasparov'u taklit etmeye çalışarak satranç oynamak da ne demek? Ama Can Yücel gençleri heveslendirdi. Baktılar Can Yücel'in şiirlerine, "lan bunu ben de yazarım" diye iç geçirdiler. Ama Can Yücel'i de açıktan kötülemediler. Kötüledikleri bir şeye benzeyeceklerdi yoksa. Hem Can Yücel'i övdüler hem şiir yazdılar. Böylece iyi bir şeye benzeyeceklerini sandılar. Olmadı. Gördüklerimin hepsini aşağıladım. Çoğuna bu işi bıraktırdım. Ama bir yerlerde hala aynı tarz şiir yazmaya çalışanlar var. Herkese de ben yetişemem.

Son olarak yapı yada mimari. Bu konuyu sanat dallarının içine dahil eden nüfuzlu mimar kimse kutluyorum kendisini. Dönem mimarisi aşağı yukarı dönemin tarzını yansıtan her türlü yapıydı. Osmanlı Mimarisi'ni yalnızca Mimar Sinan'ın eserleri zannedenler olabilir. Halbuki dönemin tüm binaları bir bütün halinde değerlendirilir. Bugünün şartlarında etrafınızdaki mimarlara şöyle bir bakın. Bundan bin yıl sonra, dönemimizin mimarisini oluşturacak olduğunu zannetmenin ağır yükünü omuzlarında taşıdıklarını göreceksiniz. Gelgelelim dönemimizin mimarisi oluştu bile. Bin yıl sonra bugüne ait bulunan tarz, tabi ki Toki mimarisi olacak. Ne sanmıştınız? Hiç birinizin adı Erdoğan Bayraktar kadar hatırlanmayacak. Bütün bunlar bir yana, statik hesabını yaptırdığın, dikmek için belediyeye rüşvet verip ruhsat aldığın, hak edişlerin imzalanması için üst yüklenici firmayı beklediğin bir şeye "sanat" derken için cız etmiyorsa, ben sana bir şey demiyorum.

24 Aralık 2013 Salı

Ölüm Hak Miras Bela


Modernite, Berman’ın tasnifi ile üçüncü evresini yaşamaya başladı. Marx gibi, özünde diyalektiğe vurgu yapan tabiriyle Berman, alogismenin hem yükselişini hem de dibe vuruşunu başarıyla  sınıflandırdı. Modern insanı “Arketipik modern insan, burada gördüğümüz gibi modern şehir trafiğinin girdabına sürüklenmiş bir yaya, ağır, hızlı ve ölümcül bir kütle ve enerji yığınına tek başına karşı koymaya çalışan bir insandır.” diye tanımladı. Epistemoloji ve pozitivizmi, marxizm potasında irdeledi. Postmodernizmin, farklılıklardan bütünlük oluşturan paradigmasına karşı alternatif tanımlar geliştirdi. Ve kendisi hangi gün öldü dersiniz? 11 eylül günü. İkiz kulelere yapılan saldırının tam da 12. yıldönümünde!!!

Bilin diye söylüyorum. Referans verilen yazarları kimsenin tanımadığı, kitapların kimse tarafından okunmadığı, en az bir cümleye muhakkak “modernite” diye başlanan, okuyanların “maşallah ateş gibi çocuk, bilgi gözlerinden fışkırıyor” demekten kendini alamayacağı, bir cümlenin asgari 3 a4 satırı sürdüğü bir yazı yazabilirdim. Şurayı pantolon askısı, gözlük ve pipo içinde bırakırdım. Ama yapmadım. Güzel insan Marshall Berman’ın ölümü üzerinden, Yılmaz Özdil tarzı çirkin bir tespit devşirdim. Bu vesileyle kendisinden özür diliyor (Berman’dan diliyorum, Yılmaz Özdil’den değil), huzur içinde yatmasını temenni ediyorum sempatik düşünürümüzün.

Evet, Berman’ın ölümü üzerine yazdıklarını tararken, mevcut iktisadi düzenlerin açıklarını düşündüm. Ve sanırım cevabı buldum. Akademik standartlara uygun, diplerinde küçük numaralarla referanslar vererek değilse de miras konusunu ele almamız gerektiğine karar verdim.

En son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim. Bütün dengeleri miras bozuyor. İnsanların eşit şartlarda yaşaması gerekliliği, pratikte karşılığını bulmadı. İnsanlar fakirlikte eşitlendi. Devlet oligarşisinin bu sistemlerdeki müreffeh yaşamı üzerine de saatlerce konuşulabilir. Ancak buna anarcho-komünistlerin kısmi bir cevabı var. Tabi içeriğini çok bilmemekle birlikte, devlet oligarşisinin o kadar da müreffeh yaşamadığı iddiası güdülen birkaç ülke de var. Ben görmedim. Adam Smith, serbest piyasa işini 1770 yılında teorileştirse de pratikte bu uygulama daha eskiye dayanıyor. Bu bakımdan marxizm için, bir tez diyebildiğimiz gibi, ortaya atıldığı çağa bakarak, bir anti-tez de diyebiliriz. Gelgelelim, sosyalist ülkeler aradıklarını bulamadıklarında, kendileri üçüncü bir yol aramak yerine karışık-kuruşuk, devlet tekelli bir kapitalizmi tercih ettiler. Bir bakıma batının ahlakını, doğunun tekniğini alarak bulabildikleri tüm yanlışları birleştirdiler (Batının ahlakı meselesi şakadır, benim Alman arkadaşlarım da var). İşte Adam Smith’in görüp, Marx’ın gözden kaçırdığı şey, insanoğlunun itliğidir. İnsan hep daha fazlasını ister. Vermediğin zaman problem çıkar.

Çalışmak, çalıştığının karşılığını almak, evrensel etik kurallar dahilinde yapıldığı sürece haktır. Bütün sorun ikinci kuşaktan itibaren başlar. Emeğinin karşılığını dilediğin gibi edinme değil, dilediğin gibi tüketme hakkına sahip olursan, bütün problem ortadan kalkıyor aslında. Biriktirmeye başladın mı sorun da başlıyor. Sorunun son noktası veraseten intikal. Çalışmamış, kazanmamış yada işi rast gitmemiş adamın çocuğuyla, yüklü bir miras bırakan adamın çocuğu, aslında hiçbir artı değer koymadıkları halde hayata bambaşka standartlarda başlıyorlar. Bir süre sonra aralarındaki uçurum kapanması imkansız bir noktaya çıkıyor.

Kapitalizm, sosyalizme göre çok daha kurnazca tasarlanmış. Sistemler kendilerini beslemeliler. Sosyalizm kendini besleyemiyor. Çünkü motivasyonu sağlayacak yeterli unsuru barındırmıyor. Kölelik varken, diğer tüm sınıflar gibi köleler de kast sisteminin değişmez parçalarıydılar. Bir üst sınıfa geçmek için hiçbir umutları yoktu. Köleydiler, dedeleri de köleydi, torunları da köle olacaktı. Bu sistem çöktü, çünkü köleler için bu sistemi sürdürmeye yetecek motivasyon bulunmuyordu. Kapitalizm, insana küçük de olsa umut verir. Köle olduğunun asla farkına vardırmaz. Bir gün sana yılsonu piyangosu vurabilir, yeterince hırslı olursan kazancını yavaş yavaş artırabilirsin. Hatta etik kaygıların yoksa, çalmak eskisi gibi adi hırsızlık şeklinde yapılmayabilir. Hülasa, sen de birgün efendilerden biri olabilirsin.

Bu skalanın en yaygın yolu miras yoluyla biriktirmektir. Bu hırsı taşıyan dede, kendi ömrü elverdiği zaman aralığında çalışır, biriktirir ama üst sınıfa geçemeden ölür. Baba da belki yeterince ekleyemez, kendi babasının kazandıklarının üstüne. Ama bir gün devran dönebilir. Torunlar zengin olabilir. İşte kapitalizmi bu umut yaşatır. Ve bu umut, kapitalizmi beslemeye devam eder. İşçi daha çok kazanmak için, söz gelimi çift vardiya yaptığında, patron işçiden daha çok kazanır. Böylece işçinin kazanma hırsı sermayedarı besler. İşte kapitalizmi aşılamaz yapan budur. İşçi mutludur, çalıştığının karşılığını aldığını sandığı için. Patron huzurludur “ben de bu kadar adama ekmek veriyorum” diyerek kendini rahatlattığı için. Halbuki ne işçi köle olduğunun farkındadır, ne de patron Allah’ın ekmeğini kendinden saydığının.

Malthus da aşağı yukarı Smith’in hemen sonrasında ve aşağı yukarı aynı bölgelerde yaşamış, aynı sistemi nüfus açısında incelemiştir. Söylediği onlarca şey var tabi ama zamanında edindiği kötü şöhreti, basit olarak “fakirlerin ürememesi gerektiği” şeklinde özetlenebilecek fikirlerine borçludur. İrrite edici olsa da tespit doğrudur. Miras var olduğu sürece fakirler daha fakir çocuklar doğuracaklardır. Ama Malthus çözümü yanlış sunmuştur. Sunduğu çözüm despotçadır. Mesele çocuk değil, çocuklar arası fırsat eşitliğidir. Hiçbir çocuk akranıyla arasındaki uçurumla baş etmeye çalışmamalıdır. Yanlış anlamayın, çocukları sevmem. Hele 5-17 yaş arası erkek çocuklarına uyuz olurum. Ama konumuz bu değil.

Mirası kaldıracağız kardeşim. Güzel bir sistemde insan, hak ettiğini almalıdır. Ama ben bir çocuk olarak ne babamın kazandığı ve benim hak etmediğim bir saltanatı sürmeliyim ne de babamın günahlarının cezasını çekmeliyim.

Daha konuşacağız bu konu üzerine…


Bu arada fark ettim ki neredeyse yazının başında hicvettiğim duruma düşüyormuşum. Ama düşmemişim. 

20 Aralık 2013 Cuma

Zengin Övmek

Dışarıda çalışamayacağımı anladığımda iş işten geçmemişti. Henüz 30 yaşında değildim. Bir miktar para batırırsam, çalışıp borcumu ödemeyi gözüm kesiyordu. Ama o parayı batırmak için bile, bir yerden bulmak zorundaydım.

İşte bu noktada karşıma çıkan “Kosgeb Yeni Girişimcilik Eğitimi” için Kemerburgaz Üniversitesi binasındaydım. Bende kesinlikle girişimci hamuru yoktu. Hırslı değildim. İş yerime kurumsal bir kimlik oturtmak umrumda bile değildi. Zengin olmak istemiyordum. Sadece kendi başıma çalışmak istiyordum ve bu eğitimin sonunda Kosgeb bana gereken şartları sağlayacaktı. Ya da ben öyle sanıyordum.

Sınıf oldukça renkliydi. Hemen herkes, yapacağı işin uzmanıydı. Bambaşka insanlar tanıyor, yenilikçi fikirler ediniyordum. Menemen salonu açmak isteyen kızla, modaya yeni bir soluk getireceğini söyleyen ablanın “Türkiye’nin geleceğinde parlaması beklenen sektörler” konulu tartışması, “aslında merkezi bi yerde büfe açacaksın” sonucuna bağlanıyordu. Eğitimin ilk günleri, seçtikleri sektörü öve öve bitiremeyen kursiyerler, daha bir hafta geçmeden, fikirlerini değiştirmeye, başka iş kollarına yönelmeye başlamışlardı.

Kendilerinden bahsederken birbirleriyle yarışan kursiyerler, derslerde işlenen konular karşısında önce ne yapacaklarını bilemediler. Güzellik salonu açacak olan hanım kız, bu durumu ağzından “yaa ıma biz ekonomist diyiliz ki yaani sonuçta” diyerek kaçırmıştı. Hoca da baktı ki dikkatleri bu eften püften konulara bile odaklayamıyor, huzuru sınıfı konuşturmakta buldu.

Hoca da benim kadar biliyordu ki bizim gibi 30 tane dar gelirliyi konuşturacak tek bir konu vardı : Zengin övmek. Hoca videoyu açtı. Ekranda önce yerli girişimcilerin gözbebeği Ali Sabancı belirdi. 10 dakikalık güzelleme esnasında, gerek yakın çevresi, gerek Pegasus Airlines camiası, gerek diğer girişimciler Ali Sabancı’nın ne yaman bir insan olduğunu anlattı. İşte karşımızda bir zengin, üstelik sıfırdan başlamış. Bunu gören kursiyerlere şöyle bir göz attım. Herkes çok mutluydu. Herkes ekranda kendisinin, kısa boylu, tıknaz ve yuvarlak gözlüklü halini görüyordu adeta. Günü geldiğinde hepsi bu ekrandaki adam gibi olabilirdi. Bu his, o adama karşı olan sevgilerini bir anda kamçıladı. Hocanın söz vermesini bile beklemeden ayağa kalktı en cevval atakan olanları ve başladı Ali Sabancı’yı övmeye. Çocuk övgüyü uzattıkça, diğer kursiyerlerde bir tedirginlik baş gösterdi. Herkes çocuğa “yeter kardeşim, bize övecek bir şey bırakmadın” der gibi bakıyordu. Sonra diğeri aldı sazı eline ve sonra da diğeri. Bu böyle bütün sınıf Ali Sabancı’yı övene kadar devam etti. Sıfırdan bir Boeing filosu kurmak nasıl mümkün olur, Sabancı’yı öven kursiyerin soyadı ne, bu soyad hangi bankada kaç liralık kredi çıkarttırabilir? Bu soruların hiçbir önemi yoktu. Bıyıklarımı burarak sırıtmaya devam ettim. Zira sırada girişimciliğin şahı değil, şahbazı vardı.

Steve Jobs ekrana gelir gelmez, herkes övgüleri düşünmeye başladı. “Beyaz kulaklık” meselesini övmek önemliydi. Bir insana yenilik ve inovasyondan anladığını belli etmenin yolu, Ipod’un beyaz kulaklığını övmektir. Nasıl ki Xavi ve Iniesta’yı övüp, Sabri Sarıoğlu ile dalga geçenlerin tam bir futbol duayeni olduğunu anlıyorsak, iş dünyası için de beyaz kulaklık turnusol işlevi görüyordu. İlk sıralarda söz alanlar, hemen iphone’un müthiş tasarımını ve beyaz kulaklığı övdü. Sonlardakilere fazla bir şey kalmamıştı. Tekstilci abla, “bi kere tarz sahibi adam, giydiği kazak filan belli ediyor yani” şeklinde uzmanlığını da ortaya koyan bir övgü getirdi. Mango firmasının ismindeki muhteşemliği övmekle kursu geçiren diğer iki tekstilciden birisi kulağıma eğildi, “sen neden Steve Jobs’ı övmüyorsun?” dedi. “Ben evden çıkmadan övmüştüm. Daha yeni övdüm de geldim” dedim. Anlamadı. Mango firmasının ismini övmeye devam etti. O konuştukça etlerim sökülüyordu ama nazikçe kafa sallıyordum. Bir gün hayallerini gerçekleştirecekti. Öncelikle buna kendisi inanmalıydı. Kurumsal kimlik ve sosyal medyayı etkin kullanmak çok önemliydi. “Bir gün” diyordu, “bir gün çok zengin olacağım”. Olamadı. 

12 Aralık 2013 Perşembe

Kadının Özgürleşmesi Bahsinde Erkeklerin Cinliği

Kadın hakları ile ilgili tezlerde genel olarak bir terminoloji sorunu var. Kadının talep ettiği hangi hakkı insan hakları başlığında değerlendiremiyoruz? Feminizm kendi içinde tutarlı mıdır? Bu ve benzeri, daha önce defalarca sorulmuş onlarca soruyu düşüneduralım. Çünkü kadın haklarına, bu sorular üzerinde bile yeterince düşünmeden karşı çıkan erkek, kendi ekmeğinin peşindedir. Davranışlarında bir erdem değil, kişisel çıkarlar aranır. Bu mesele zaten sabit. Üzerinde konuşmaya bile değmez.

Şimdi gelelim kadın hakları savunucusu erkeğe. Bütün genellemeler gibi, bu da geneli bağlar. İstisnalar müstesna. Biz bin yıldır kadının çakallığından, saman altından su yürütme yeteneğinden, kafasında kırk tilki gezdirip kırkının da kuyruğunu birbirine değdirmeme ehliyetinden bahsettik durduk. Ama artık aydık ki erkek de az değil.

Her varlık zıttı ile kaimdir ve talep ederken kullanılan isim, zıttına vurgu yapar. Kadın hakkı talep ediliyorsa, erkekten talep edilmelidir. Kadının aldığı her hak, erkekten eksilmelidir. Bir cins diğerinin kendi üzerinde kurduğu baskıya isyan ediyor ve hakkını arıyorsa, aldığı hak diğer cinsin işine gelebilir mi?

Ama erkek, çakalın şahı değil şahbazıydı. Tüm şartları hazırladı. İşi öyle bir hale getirip kadını özgür bıraktı ki kadının talepleri erkeğin işine gelir oldu. Öncelikle kadınları bir güzellik yarışına soktu. Şimdi kadınlar bu yarışa gönüllü giriyorlar. Bir şekilde bu yarışa girmeleri engellenen diğer kadınların hakkını arıyorlar. Yani diyorlar ki "Kadının güzelleşme hakkı var". Yetmiyor, kadının özgürlük mücadelesini, bedenini kendi rızasıyla pazara açma hakkıyla somutlaştırıyorlar. Malum örgüt (Bu da "yayıncı kuruluş" gibi oldu ya neyse) feminist eylemlerini çıplak yapıyor. Ben bir tane erkek görmedim ki bu eylemlerden rahatsız olsun. Şaka yollu destekleyenleri geçtim, bu ve benzeri örgütleri bilfiil destekleyen erkekler de var. Tuhaf mı? Değil tabi. Erkekler açısından değil. Batı ülkeleri üç günde bu medeniyet seviyesine yükselmedi. Yılların birikimi var. Kadın vücudunun ortaya çıkarılması, Avrupa açısından çok büyük bir adımdı. Çünkü vaktiyle kadın, Doğu toplumlarında yaşadığı giyim-kuşam ikilemini Batı'da da fazlasıyla yaşıyordu. İşte erkek o anda devreye girdi, allem etti kallem etti, hem kadını "özgürleştirerek" mutlu etti, hem de yedi kat kıyafetin içindeki kadının vücudu hakkında tahmin yürütmeye çalışmaktan kurtuldu.

Hülasa erkek,  kadın özgürlüğünü, temel insan hakları ekseninden ne kadar kaydırırsa o kadar işine geliyor. Güzel bir vücuda sahip olma, makyaj yapma, güzel kokma ve tüm bunlar neticesinde oluşan eseri mümkün olduğunca çok kişiye gösterme "hakkını" erkeğe rağmen değil, erkeğin memnuniyetiyle tesis ettiğini bilmek gerek.

Milletlerin At Övme Üzerine Girdikleri At Yarışı

Daha önceki analizlerimizde sıklıkla insanoğlunun karaktersizliğinden dem vurmuş, çeşitli örneklerle bu duruma vurgu yapmıştık. Şimdi Dünya gezegeni üzerinde, insanoğlundan daha karaktersiz az sayıdaki canlıların birinden bahsedeceğiz. Evet, başlıktan da anlayacağınız gibi bu hayvan at.

Biz Çerkeslerin at sevgisi malum. Türkler de İngilizler de Araplar da atlarla hem hal olmuş, "atı en çok biz severiz" yarışına girmiş milletlerdir. Çok bilmiyorum ama Ugandalıların, Nepallilerin ve dahi Honduraslıların, "abicim at dedin mi, bi etrafına bak, gözün bizi arasın" dediğine kalıbımı basarım.

Olayı gözümde canlandırmaya çalışıyorum, aşağı yukarı şöyle bir mizansen görüyorum: Yaklaşık 6000 yıl önce, bugünkü güneybatı Rusya civarlarında iki tane Ukraynalı işsiz genç, sigara içerek, avdan dönenleri seyrediyordu. "Ya bu böyle çok yorucu oluyor" dedi bir tanesi. Zira tekerleğin icadına henüz 600-700 sene vardı. İnsanlar av yapmak için kilometrelerce yürüyor, sonra avladıkları hayvanları sırtlarına alıp yeniden köye dönüyorlardı. Diğer delikanlı o anda, oradan geçmekte olan bir leyleği gördü. "Lan aslında şunun sırtına binsek, ne güzel olmaz mı?" diye iç geçirdi. Bu geniş vizyonlu gencin arkadaşı, tüm geniş vizyonlu gençlerin arkadaşları gibi oldukça dar vizyonlu biriydi. "Koca adamsın, leylek seni taşır mı?" diyerek, belki de tekerlekten önce uçağın bulunmasının önünü tıkamış oldu. Ama kendini bir başka canlıya taşıtma fikri de akıllarında yer etti. İnsan karaktersizdi, insan acımasızdı, insan işkilliydi. Yanlarını otlaya otlaya yaklaşan bir at gördüler. Hani o atlara özgü parlak renklerin, uzun yelelerin, heybetli görüntünün zerresini barındırmayan, uyuz eşek görünüşlü, pis bir hayvandı. Bir anda iki arkadaş göz göze geldi. "Sen de benim düşündüğümü mü düşünüyorsun?" dedi geniş vizyonlu olan. "Aynen!" diye yanıtladı dar vizyon. "Kesip yiyelim şu atı". Geniş vizyonlu genç, arkadaşının ensesine bir tokat aşketti. Tokadı yer yemez, dar vizyon bir aydınlanma yaşadı. Geniş'in ne demek istediğini işte şimdi anlamıştı. Bıyıklarını burarak ata doğru yaklaştılar...

Evet. Hikaye burda tıkanıyor. Odesa'nın Voronezh'in sonsuz meralarında yayım yayım yayılan yabani atları, insan ne dedi de ikna etti bir türlü kestiremiyorum. Çifte atmayı bırak, şöyle hafif bir silkinse 10 metre yanında bir tane insan kalmayacak halbuki. Gidip, insanoğlunu sırtına alıp, oradan oraya oradan oraya mabadına nişadır çalınmış merkep gibi koşturmak da nedir? Asalet bunun neresinde? Bizim insanlar olarak huyumuz bozuk, kendimize en çok hizmet edeni severiz. Atı da bu  yüzden sevdiğimiz çok açık. Hikayedeki gençlere, kabilenin büyüğü bir akil insan müdahale edip "Evladım bırakın hayvanı, uğraşmayın, günahtır. O da canlı biz de canlıyız, biz niye bunun sırtına binelim lan şimdi?" demediyse, o kabilenin ayıbıdır. Peki ya atın asaleti? Bundan sonra bana atı övmeyin kardeşim, kalbinizi kırarım. İki baş arpaya babasını satar bu at denen terbiyesiz.

*At konusunda bana gerekli ilhamı sağlayan güzel insan Umut Sarıkaya'ya teşekkürlerimi sunuyorum.          

10 Aralık 2013 Salı

Zorunlu Askerlik Metaforu

"Günümüzde en büyük güç enerjidir. Yeterli ve dengeli enerji kaynaklarına sahip olmadan, hiç bir şekilde büyük ve güçlü bir ülke olamayız. Türkiye enerji konusunda çok kritik bir bölgede. Dünya'nın en eski ve önemli yerleşim bölgeleri olan ortadoğu-kafkasya-balkanlar üçgeninin tam ortasında. Bu üçgenin tüm kenarları, enerji sorununu çözmüş durumda. Komşularımızın çok önemli petrol, doğalgaz vesair hammaddeleri var. Bizim de bu sorunu çözmek için birşeyler yapmamız lazım. 

Ben elektrik mühendisiyim. Enerji alanında uzmanım. Şimdi şöyle yapıyoruz: Bundan sonra 20 yaşına gelmiş her Türk erkeği, 6-15 ay arasında, enerji santrallerinde ve buna destek veren yan kurumlarda çalışacak. Tabi bu işi mektebinde öğrenmiş olan biz mühendisler, fakülteden mezun olma yılımıza bağlı bir hiyerarşiyle sizin yöneticiniz olacağız. 

Tabi hepinizin bir santralde doğrudan çalışması mümkün değil. Bu önemli alanda yöneticilik görevini icra eden biz mühendislerin, bazı kişisel ihtiyaçları da var. Sosyal tesislerde dinlenmemiz, içinde bulunduğumuz stresli çalışma ortamından kendimizi uzaklaştırmamız gerekiyor. Buralarda da sizlerin görev alması lazım ki ülkemiz enerjideki açığını kapatabilsin. Tabi bu kadar insanı bir araya toplamaktan kaynaklı yeme-içme-temizlik-adli sorunlar-sağlık sorunları ve şu an saymakla bitiremeyeceğim onlarca yan ihtiyaç için de yine sizler bizzat çalışacaksınız. 

Durumu biliyorsunuz. Biz yöneticiler, ülke sorunlarının birinci dereceden muhatabı olduğumuz için biraz stresliyiz. Hakaretti, küfürdü, dayaktı... İnsan onuruna yakışmayan bu davranışlar, bu kutsal görev süresince normaldir. Kanıksayacaksınız.

Enerji işi malum, tehlikeli mevzu. Ünlü bir büyüğümüzün (başbakan mıydı o?) tabiriyle "yan gelip yatma yeri" değil. Nükleer tesisimiz mi var? Radyoaktivitesini kontrol etmek için bizzat sizi kullanacağız. Rüzgar türbinimiz mi var? Dişli sisteminin ve generatörünün tamirini, türbin kulesine bizzat tırmanmak suretiyle yine siz yapacaksınız. Biz beyin takımıyız, kendimiz girecek değiliz takdir edersin ki. E tabi radyoaktivite ve yüksek bir kuleye hiç bir tecrübe ve koruyucu ekipman olmaksızın tırmanmak, bir miktar riskli işler. Radyasyondan etkilenenler, kuleden düşüp ölenler ve tabi elektrik akımına kapılanlar muhakkak olacak. Sadakatini denemek veya seni cezalandırmak için eline iki tane kablo tutuşturup "bunları birbirine değdirme, yoksa ölürsün" gibi yaratıcı deneyler de yapabiliriz. Ama bir can dediğin nedir ki? Önemli olan ülkemizin büyümesi. Seni anan-baban bile düşünmeyecek. Biz toplumu o hale getireceğiz, merak etme. Cenazeni babana götürdüğümüzde, babanı öyle bir doldurmuş olacağız ki "iki oğlum daha var, onlar da feda olsun" diyecek. 

Gördüğün gibi fazla birşey değil. Bizi her gördüğünde selam vermen gerekiyor, emirlere sorgusuz itaat ve saygı önemli. Bunları hallettikten sonra, ülkemiz daha büyük, daha güçlü olacak bundan şüphen olmasın." 

desem, beni odunla döverler. Sanıyorum zorunlu askerlik özetle budur.

Ersin Arslan Cinayeti ve Orantısız Doktor Hezeyanı

Memleketimin ciddi bir sorunudur. Elim bir hadise meydana gelmeyedursun, o hadise üzerinden hem nalına hem mıhına çakmadan rahatlayamayız. Hele de ölümlü bir vaka ise tutmayın küçük enişteyi.

İstatistik tutmadım ama az-çok günlük haberleri yıllardır takip ederim. Mesleki sebeplerle ölen insanlar arasında doktorlar, üst sıralarda yer almıyordur. Sadece saldırılardan bahsetmiyorum. Kanunların, temayüllerin yarattığı boşluklar, ihmaller, imkansızlıklar, özel sektörün acımasız şartları gibi onlarca sebeple insanlar görevleri başında ölüyorlar. Bunların içinde düşük tahsilli beden işçisi de var standart bir doktordan çok daha fazla eğitim görmüş çalışanlar da...

Şimdi Dr. Ersin Arslan'ı kaybettik. Allah sevenlerine sabır versin. Gencecik bir adam. Zor, hakikaten çok zor...

Tam olarak kim, niye protesto ediliyor anlamadım ama doktorlar eyleme geçtiler. Geçsinler. Aktivizm güzeldir. Bir adam bir adamı kütür kütür kesiyorsa, bu olaya tepki gösterilir. Gösterilir de bu tepkinin üslubu nedir böyle? Nedir bu kutsal meslek yaratma çabası? "O sizin hayatınızı kurtarmak için doktor oldu, siz onu öldürüyorsunuz?" tripleri? Hayat kurtarmak için doktor olan kimmiş bana bi gösterin hele. Ne yüzle bizi kurtarması için doktora gidecekmişiz. Merhamet dilenmeye gitmeyeceğiz. Tamamen profesyonel bir hadisedir. İşini yaparsın, paranı alırsın. İyi insansındır, aldığın parayı, gördüğün saygıyı hak etmenin peşine düşersin. Değilsindir, başından savarsın. Biz konuyu bilmeyenler olarak ne desen inanıyoruz zaten. Hal böyleyken nedir bu "ben sizin için varım" havaları? Ulan hepimiz aynı lanet sınava girdik. Nasıl bölüm tercih edildiğini bilmiyor muyuz? Çok zor bir eğitimden geçiyorlarmış. Ya beni konuşturma şimdi. Oturup bir istatistik çıkarsınlar, aynı puanla girilen tıp ve mühendislik bölümlerinden kaç kişi okulunu öngörülen sürelerde bitirebiliyor. Çok zor şartlar altında çalışıyorlarmış. Hiç tersanede bulunmamış, hiç yüksek gerilim trafosu görmemiş, hiç metal tozu yutmamış, hiç maden ocağı koklamamış birisi için gerçekten büyük risk altında çalışıyorsun dostum. Bahsettiğim yerlerde çok kolay tedbirlerle önlenebilecek birçok kaza oluyor. Artık bunlar haber değeri bile taşımıyor farkında mısın? Ağır bakteriyel ortam ve enfeksiyon riski altında çalışıyorsun he mi? En son hangi doktor öldü enfeksiyondan? Diğerleri ölürken seni göremedik meydanlarda? Derdin ihmallerin önüne geçmek mi, yoksa doktorluğun şanını kurtarmak mı?

Şimdi birisi açıklasın bu protestoyu Allah aşkına. Nedir bu "hepiniz bir, biz bir" tavırları. Sanırsın diğer tüm meslek grupları toplandık, doktor arıyoruz kesecek. Özel sektör adamın aklını alır kardeş. Benimkini de aldı. Sebep? 17 yaşımdayken, ben başka bir kutucuğu işaretledim, sen başkasını. Senin etrafındakiler senin mesleğini övdü, benim etrafımdakiler benim mesleğimi. Ne bu elitist tavırlar oğlum o zaman? "Doktorsuz kalın" ne lan? Ben doktorsuz kalırsam sen de aç kalırsın. Adamsan bırak lan doktorluğu? Ne bu Şener Şen vari "satarım köyü" ağızları? Tam olarak hangi sebeple biz doktor olmamış zavallılardan saygı bekliyorsun? Evet ortada ölen bir insan var ve bu durum bazı komik şeylere yeterince gülmemizi engelliyor. Yarın inşaat mühendisleri çıksa "inşaatsız kalın da sokakta yatın hayvan evlatları" dese, önce inşaat mühendisleri güler lan buna. Siz kendinizi ne zannediyorsunuz oğlum? Yaşadığı hayattan, az maaş almaktan şikayet eden sevgili doktor abicim-ablacım. Eminim güney sahillerinde ufak bir bar açacak kadar para biriktirmişsindir. E hadi? Ne cephe gerisinden ateş edip, bizi tehdit ediyorsun?

Ben bu memlekette doktorlara duyulan inanılmaz saygının tükendiğini görecek kadar yaşamam. Etrafımdaki insanların, özellikle de büyüklerin, doktor deyince gözleri parlıyor. Tıp hekimliği dışında tahsilin kralını yapsan, 10 tane dil bilsen hava gazı. Tıp hekimi hep en çok saygıyı gören meslek olarak kalacak. Ama gün gelir de bu saygı biterse, sorunu biraz kendinde ara dostum. Çoğumuz bulunduğumuz yere tesadüfen geliyoruz. Ülkemizde hayat böyle. Hiçbirimiz kabiliyetlerimiz ölçüsünde meslek sahibi olmadık. Ara sıra neden burada olduğunu, hayatındaki bir saniyelik bir değişiklikle bambaşka işler yababiliyor olabileceğin ihtimalini hatırla. Vazgeç bu "bana saygı duyun" sevdasından...

Muhammed Şahin'in Ardından

Aptal turnusolu öğretim üyesi ve İTÜ rektörü. 

Ben bu adamın ilk seçildiği zaman öğrenciydim İTÜ'de. Oylamada birinci seçilmediği halde rektörlüğe atanmıştı. Dana gibi öğle yemeği fiyatlarına, kolum gibi öğrenci belgesi-transkript fiyatlarına, yaz okulunda açılmayan derslere, açılan derslere ödenen tomar tomar paralara tepki göstermeyen İTÜ öğrencisi, Muhammed Şahin'in rektör seçilmesine acayip bir tepki göstermişti.

Kendisi evvela islamcıydı. öyle ya, adı Muhammed'di. Teknikforum'da daha hazırlık sınıfı bebesi sabiler Muhammed Şahin'in cemaat mensubu olduğunu söylüyorlardı. İTÜ'de az-çok politik işlere ucundan bulaşmış insanlardık. Hocaları da az çok tanırdık. Muhammed Hoca bildiğimiz kadarıyla solcuydu, dindar birisi asla değildi. Ama kitle coşmuştu bir kere. Rizeli olduğu bilgisi gelince coşkulara coşku eklendi. "Tayyip'in hemşerisi" olduğuna göre, herşey daha net anlaşılıyordu. İTÜ öğrencisiydik biz. yer miydik ulan bu numaraları. ülkenin aydınlık geleceğiydik. 

Tespitler ve enformasyonlar arka arkaya yağıyordu. "Sadece hemşerisi değil, akrabasıymış Tayyip'in", "Karısı türbanlıymış", "Bütün fakültelere abdest alma yeri yaptıracakmış" diye diye ortalığı yıkıyordu genç mühendis adaylarımız. 

Fazla zaman geçmeden şu rezalet röportaj yayınlandı hürriyet gazetesinde:http://www.hurriyet.com.tr/pazar/11160474.asp

Bir insan şu sözlerle sempati kazanmamalıydı (tam tersi sözlerle de keza). "İçki içerim", "Hayatımda oruç tutmadım", "Caminin önünden geçerken bile görülmemişimdir". İTÜ öğrencisi adam olsa, derdi ki "Bize ne hocam senin inancından. Yapacakların gösterecek, yandaş mısın değil misin". ama ne dedi İTÜ öğrencisi? "Takiyye yapıyor. Bunların huyu bu. Tepkileri azaltmak için böyle söylüyor. Aslında içki falan içmez. Biz yer miyiz bunları?"

Yemediler tabi. Muhammed Hoca da tepkiler geldikçe saçmaladı. Bahsedilen tarzda birisi olmadığını ispatlamak için, gece yarısı öğrenci şenliğine geldi. Kimin konseriydi hatırlamıyorum. Hatırladığım Muhammed Hoca'nın elindeki bira bardağı ve birasını adeta oradaki bütün öğrencilere göstermek istercesine yavaş yavaş içmesi. Gerçekten çok utanmıştım. Koca bilim adamı, iki tane tıfıla profesyonel hayatıyla kesinlikle ilgisi olmaması gereken bir konuyu, dünya görüşünü ispat etmek için şu çocuklukları yapıyor.

Mezun olduğumdan beri Teknikforum'a bakmadım. Şimdi bu kadar övüldüğünü görünce, inşallah o teknikforum klavye timi utanmıştır diyorum. İyi adamdı Muhammed Şahin. İçki içmeyen biri olarak, içki içen Muhammed Şahin'i severdim...

Aydost


Bugün bir kere daha dinleyince gönlüme kramp girdiren ağıt. Muharrem Ertaş güzel adammış. Allah herkese nasip etsin. Neşet Ertaş gibi büyük bir sanatçı yetiştir. Yetmez gibi sana böyle bir ağıt yakacak ciğeri olan bir evlat olsun. Ölür de gam yer mi insan? Saz-söz ayrı. Ben bu baba-oğulun çaldığı saza, yaktığı ağıda değer biçecek birisi zinhar değilim. Kafamı iki yana sallaya sallaya sabahtan akşama kadar dinleyebilirim Neşet'i, o kadar. 

Ama bu ne güzel bir evlat yetiştirmektir ki hem babaya ağıt yakacak kadar içlenmiş, hem de böylesine kusursuz bir eser çıkartmış ortaya. İlham da lazım yetenek de bilgi de...Hepsini vermiş babası Neşet'e. Demek ki ne olursan ol, ne yaparsan yap, iyi evlat yetiştirmek lazımmış. 

Sadri Alışık'ı da severdim. Ama yetiştirdiği evlada gel. 

"sen babamdın babam, son istanbul efendisi
sen herkesin sadri alışık’ı, benimse babamdın sen
sen ne baba adamdın, adamdın, babamdın sen"

Büyük Türk düşünürü Kerem Alışık'a ait bu dizeleri görünce, sadece iyi olmak yetmediğinin ayırdına varıyorsun. Evladını düzgün yetiştirmek lazım. Yoksa o evlada gelen ilham perisinin yedi ceddine söverler. 

Nur içinde yat Neşet Ertaş. Yerin dolmaz...

Din ve Bilim

Birinden yana olup, diğerine karşı olan pozisyonumuzu tarafımıza göre konuşlandırdığımız iki olgu.

Çok sevimsiz yaratıklarız. Az şey biliyor, bildiğimiz çabuk kutsallaştırıyoruz. Üniversitede öğrenciyken (bir mühendislik bölümünde), tarih, Türkçe, insan ve toplum bilimleri derslerini de az da olsa alırdık. Bilaistisna tüm bu derslerin hocaları, mühendislik derslerinin önemli olduğunu fakat kendi verdikleri dersi öğrenmememiz halinde çok anlamsız kaldığını söylerdi. Başka bir deyişle, elektromanyetik alan teorisi önemli olabilirdi ancak 'medya ve toplum' dersi de en az onun kadar önemliydi, medya ve toplum hocasının nazarında. çünkü o hoca, medya ve toplumu biliyordu. 

Zorunlu din dersleri ile ilgili genel eleştirilerde haklılık payı yüksek. Bu derslerde yanlışlıklar-eksiklikler çok fazla. Ancak şunu bir kere ortaya koyalım, aldığımız din derslerinin onlarca kat fazlası pozitif bilim dersi alıyoruz. Tabi bunların pozitifliği de bilimselliği de tartışılır ancak kafalar karışmasın, matematik-fizik filan işte. Çoğumuz bu konularda ehlileşme gayretindeyiz. Küçüklüğümüzden beri sistem bize doktoru-mühendisi övdü. Sosyal dallara eğilimli olan zeki çocuklar bile daha ziyade sayısalcı olmak durumunda kaldılar. İstisnalar müstesna. Mütedeyyin ailelerin çocukları da doktor-mühendis olmak istedi. Hatta bu ebeveynlerin kendisi bile çocuğunun imam olmasındansa eczacı olmasını tercih ettiler. Zira doktora güvenilirdi, mühendise kız verilirdi, mimara saygı duyulurdu, eczacı kendi işinin tabi patronuydu, dişçi güzel para kazanırdı. İyi öğrenciler, karizmatik bölümlere gitmeliydi. Bizim ülkemizde de iyi öğrencinin kıstası açıktı. Matematiğe kafası basan sayısalcı olurdu. Şimdi bunca yılın gazıyla gelmiş, iyi öğrenciler, topluma önderlik eden bilim adamlarına dönüşünce, bu saltanattan taviz vermek kolay mı?

Şöyle bir düşünelim, din alimlerinin toplum önderi olduğu zamanlarda, bu alimlerin birçoğu bilime neden mesafeli hatta karşıydılar? Kendi bildiklerinin kıymeti azalırsa, kendi kıymetleri de azalacaktı. Basit bir örnekle, matbaa geldiğinde binlerce el yazmacısına artık ihtiyac kalmayacaktı. Bunu hayal etmek çok kolay. Bir an için teokratik bir ülkede yaşadığımız var sayalım. Okullarda ağırlıklı olarak dini eğitim verilseydi. Kelam-fıkıh-tefsir-meal ilimleri prim yapan dallar olsaydı. En iyi öğrencilerimiz bu bölümlere gitseydi. Şu an bilimi gömmek için birbirimizle yarışıyor olurduk. Dini kutsallaştırır, bilimi bitirmeye çalışırdık. 

Bugün bilim, dört dörtlük bir dindir. Biz bilimi bildiğimizi sanıyoruz ama ona inanıyoruz. Bir kemik buluyoruz. Bilim adamı diyor ki bu kemik 20000 yaşında. Biliyor muyuz? Bilmiyoruz. İnanıyoruz. Çünkü bilim adamının elinde veriler var. Bilimsel veriler. Bilimin geliştirdiği hesaplama yöntemleri ve yine bilimin geliştirdiği cihazlar. Şimdi bu yapılanın Allah'ın varlığını ispat etmek için Kuran'dan ayet göstermekten ne farkı var? Kendini gerçeklemek için, kendi içinden kanıt sunmak. Yanlış mı? Bilmiyoruz, inanıyoruz. Yada daha popüler konu, evrim. Primat nedir, mutasyon nedir, analog organ nedir biliyoruz. Ama dönüşümleri test etme imkanımız var mı? Test ettiğini söyleyene inanıyoruz. Testi de yine aynı metotla yapıyor. Kendi geliştirdiği metotla. Üstelik bilim din gibi doğrusunda ısrarcı da değil. Bundan 250 sene önce Newton'un mutlak hareket kanunlarına karşı çıkanlara cahil deniyordu. ama Einstein geldi ve mutlak hareketin saçmalık olduğunu ispat etti. Bugün Einstein'a (hepimizin genel ve özel izafiyet teorilerini incelediğini varsayarak) inanmayanları yine afaroz ederiz. Hiç acımayız. Çünkü hepimiz "iki nokta arasındaki en kısa mesafe bir doğru değildir" diyen Einstein'ı anlamışızdır öyle mi? Yada çok değil, Einstein'dan 100 sene önce cisimlerin arasını dolduran bir eterin varlığı, bilim adamları tarafından kesin olarak kabul edilmişti. Nasıl bu kadar saçmalayabiliyordu bilim? Ölçü cihazlarının gelişimiyle bazı verileri daha hassas hesaplamak bir gelişme sayılabilir. Ancak bilim çoğu zaman komik duruma düşmüştür. Gerçeğe (gerçek derken bugün doğru olduğu bize okullarda öğretilen şeylerden bahsediyorum, yoksa onların da birçoğu ileride yalan çıkacak) yaklaşmayı bırak, gittikçe uzaklaştıran bilimsel gelişmeler olmadı mı?

Dini de bilimi de bu kadar kutsal hale getirmeden önce kuvvetli tefekkür etmek gerek. Fanatikler genelde en acizleridir. Birşeylere inanmaya ihtiyacımız var. Dine yada bilime. Bugünün dünyasında bilimin ağır basıyor olması maalesef onu gerçek yapmaya yetmiyor.

İç Politika Tartışmalarında Çanakale Eşiği

Özellikle etnik temelli tartışmaların vazgeçilmez nirengi noktasıdır. Ancak geçmişteki tartışmalarda yarattığı muhteşem etki, onu bambaşka tartışma konularında da kullanılır hale getirmiştir. 

"Türk'ü, Kürt'ü, Laz'ı Çerkes'i..." diye başlayan son viraja girmeden hemen önce, söyleyecek makul bir lafınız kalmadığında zihinde yanan bir ışıktır Çanakkale. Çanakkale adı geçti mi, laflarınızın geri kalan kısmı aniden önemsizleşir. 

bakın ne diyor geçen gün Sırrı Sakık: "Çanakkale'ye bakın. Orada sadece sizin atalarınız savaşmadı. Sonradan bu ülkeyi kendisine vatan edenler, Kafkaslardan, Boşnaklardan gelenler, siz bu ülkenin sahipleri değilsiniz. Haddinizi bileceksiniz. Oradan gelip, hele dağdan gelip bağcıyı kovma hakkına sahip değilsiniz. hiç kimsenin bir tek halka hakaret etme hakkı yoktur.''

İşte politika budur. Kafkaslardan, Boşnaklardan (boşnaklardan gelmek ne demekse) gelenler Çanakkale'de savaştı mı savaşmadı mı diye düşünmeye gerek yoktur. Çanakkale dedin mi, o düşman olduğun statükoya sırtını yasladın mı, artık senden kralı yoktur. Henüz bir cevap gelmedi ama Kafkaslarla Boşnaklar, sırrı bey'e cevap verirse, muhtemelen bu konuya onlar da parmak basacaktır. "Biz de Çanakkale'de savaştık" diyecektir. Bu noktada en ölümüne kimin savaştığı önemlidir ancak o konuyla ilgili elde veri bulunmadığı için şimdilik derinlik kazandırılamamıştır. 

Bugün spor kulüpleri bile Çanakkale'den beslenmektedir. Girin 3 büyüklerin sitelerine, hepsinde Çanakkale'ye bir atıf vardır. Hatta sıklıkla yapılan sportif tartışmalar tıkandığında, tartışma savaş yıllarına dayanır. Bir spor kulübünün başarılarından çok, Çanakkale'de kaç üyesinin savaştığı ve dahası öldüğü önemlidir. İstisnasız bütün kulüpler, bu konulara vurgu yapma ihtiyacı hisseder. 

Konu mezhepsel, dini, bölgesel de olsa farketmez. Çok mu üstüne geldiler? Diyecek lafın kalmadı mı? Sarıl Çanakkale'ye. Pişman olmayacaksın.

Neonazilik Üzerine

Beynelmilel olmayan hiçbir doktrin ayakta kalamaz. Milliyetçilik yada ırkçılık bu iddianın en açık muhatabıdır. Avrupa'daki sağ akımlarla ilgili gün geçtikçe daha fazla haber düşüyor ajanslara. Yunanistan'da sol görüşlü sanatçı Pavlos Fisas'ın öldürülmesi en yeni gelişme. Avrupa'nın birçok bölgesinde olduğu gibi yunan sağı da bir yükseliş içerisinde. Sağ görüşlü kitlelerin yer altından yeryüzüne çıkışını Almanya, Fransa gibi Avrupa medeniyetinin temelini oluşturan ülkelerde de görüyoruz. Tabi belli değişikliklerle. 

Irkçılık ve milliyetçilik birbiriyle kardeş olmalarına rağmen aynı şey değiller. Irkçılık doğrudan etnik temellere dayalıyken, milliyetçilik ortak dil-vatan ekseninde (farklı etnik kökenden bile gelse) bir birleşme üzerine kurulu. Başka bir deyişle ırkçılar için insanın sonradan seçeceği hayatın kıymeti az. Doğuştan değerin belli. Milliyetçiler içinse nereden geldiğini unutman kafi. Bir dile, vatana, milliyete bağlılığını ispatlaman yeterli. Bu bağlamda Fransa'nın sosyalist içişleri bakanı Manuel Valls'ın göçmen romanlar için kullandığı "evlerinde kalıp oraya entegre olsunlar" lafı, hem avrupa siyasetinde ezber bozuyor hem de solcu görünümlü milliyetçilerin yalnızca ülkemizde olmadığını gösteriyor. 

Bu küçük ayrımı net şekilde ortaya koyduğumuzda, ırkçıların kendilerine bir "uluslararasılaşma" yolunu nasıl çizdiklerini daha kolay anlıyoruz. Bir milliyetçi, kendi milletinden olmayan diğer milliyetçilerle ortak paydalarda buluşamaz. Ancak bir ırkçı bugün, kendi ırkından olmayanlarla ortak paydalar bulabiliyor. Avrupa'da enternasyonel ırkçı birliklerinin sayısı ve boyutları hızla artıyor. Asgari müşterekler belirleniyor ve kendi tabirleriyle "piçleşmenin" önüne geçilmeye çalışılıyor. Temel hedefler olarak göçmenler, Romanlar, travestiler, Sintiler, eşcinseller seçilmiş. Seçilmiş derken, eskiden de hedeflerdi bu gruplar ama bugün öncelikli hedefler. En azından Yahudilerden ve zencilerden daha öncelikli. Çünkü daha güçsüz, daha etkisiz ve son derece kolay hedefler. Avrupa'nın değişik yerlerinden neo naziler, işte bu gruplara karşı örgütleniyor. İçlerinde ari ırk (hitler'in tabiriyle "kültür oluşturucular") yada saf Avrupalı bir topluluk isteyenler gibi, köprüyü geçmeyi bekleyen ortodoks nasyonalistler de var.

Yani batı güzel ama çevresi kötü. Yeni nesil oryantalistlere sevgilerimle.