30 Aralık 2013 Pazartesi

Sanatın Kutsiyeti ile İmtihanımız

Geçenlerde birisi, gayet günlük bir konuşma esnasında "Yedinci Sanat" tabirini kullandı. Evet yedinci sanatın ne olduğunu biliyordum. Ama daha büyük bir problemim vardı: İlk altıyı bilmiyordum. Hemen açıp baktım. Öğrendim, aydınlandım, sizinle de paylaşacağım.

Sanata mesafeliyim. Yedinci sanat meselesi ise mesafelerle ifade edilebilecek gibi değil. Buna "dolaylama" deniyor, çok gerekliymiş gibi. Dolaylama, bir edebi sanat. Yani sanatçı diyor ki; "sinema demem, yedinci sanat derim ve bu başlı başına bir sanat olur."

Daha önce kutsal meslek erbaplarından birinin sorunlarına değinmiştik. İşte bir diğer kutsal meslek de sanatçılıktır. Bütün sanatçılar, yaptıkları işin çok önemli olduğunu savunurlar. Devlet, sanki gereken herkese sahip çıkmış da bir tek bunlar eksik kalmış gibi, sanatçılara sahip çıkmalıdır. Her tarafı tiyatro salonlarıyla doldurmalı, herkese enstrüman dağıtmalı, boya fırçası vermeli ancak bunlarla da yetinmemelidir. Bunları yapanlara bol para vermeli, yaptıkları işin satın alınması için insanları teşvik etmelidir. Ben şahsen mesleğimdeki başarısızlığımın sebebini bu adamları görünce anlıyorum. Bir insan kendi mesleğinin diğerlerinden daha üstün olduğu fikrine tam olarak ne zaman kapılıyor hiç bilmiyorum. Böyle bir hisse asla kapılmadım, kapılmayacağıma da eminim. Dolayısıyla bu işten çok para kazanmam kolay değil.

Sanatın yasaklanması konusu ile de ilgiliyim ancak bu mesele yeni başlayanlar için ağır olabilir. Zaten fiziksel ihtiyaçlarını randımanlı olarak karşılayamayan insanlar uzun vadede bu saçmalıktan kendi kendilerine vazgeçecekler.

Gelelim şu ilk altı sanata.

Birinci sanatımız "fine arts" diye tabir edilen, sanatların piri, resim ve heykeldir. Avcılık ve toplayıcılıkla geçen yoğun bir günün sonunda mağaraya dönen yorgun ve sinirli bireyimiz, muhtemelen çoluk çocuğun mağara duvarlarına çiziktirdiği şekillere bir anlam yüklemeye çalıştı. Birçok sanatta dini ritüellerin etkisi büyüktür. Bunda da öyle olduğunu tahmin etmek zor değil. Öyle tahmin ediyorum ki ceylan avının bereketli geçmesini filan temenni ederken denenen bir dua yöntemiydi. Başarılı olmuş olmalı ki 42000 yıldır uygulanmaya devam ediyor. Heykel de neredeyse tamamen dini öğretilerin sırtında büyümüş bir dal. Günümüz heykeltıraşlarının çok da mütedeyyin olmaması kocaman bir çelişki değilse nedir? Daha da pisi, sanatçılardaki mesleki gelişim bilinçsizliği. Bu pislik, en çok resim sanatında kendini göstermiştir. İlk resim yapanlara muhtemelen hayranlıkla bakılıyordu. Resim pratikte bir taklit işiydi. Gördüğün bir şeyi çizmeye çalışıyordun. Sonra bu iş gelişti, gelişti, neredeyse fotoğraf gibi resimler çizilmeye başlandı. Günün birinde, resme yeteneği daha kısıtlı olmasına rağmen, işletmecilik ve pazarlama kabiliyeti üst düzeydi biri çıktı ve görüntüleri olduğu gibi resmetmeyi bıraktı. O adamın daha iyi para kazandığını gören kimi timsah yaradılışlı ressamlar da çizdikleri antin-kuntin resimleri "akım" kisvesi altında millete yedirdi. Kübizmin doğuşunun böyle özetlendiğini görse, Picasso muhtemelen kasketini yerdi ama malesef vaziyet bu. İşte o Picasso için anlatılan meşhur hikaye tüm ressamlarımızı bozdu. Hani Picasso bir evi çok beğenmiş, geçmiş karşısına resmini yapmış. Bunu o evin sahibi görmüş. Picasso da resmi verip, karşılığında evi almış. Şimdi bu hikayeye inanan ressam "devlet bize sahip çıksın" diyor. İstiyor ki o da beğendiği birşeyin resmini yaparsa, beğendiği şeyi ona versinler. Kübist olma demiyorum, kübist gördün mü koşarak kaç diyorum. Yazık, kimin çocuğuysa.

İkinci sanat, müzik. En sevdiğim. Çünkü bu zıkkımın bir de tabanı var. Yedi tane sanat genel seçime girse, müzik % 50'nin üzerinde oy alıp tek başına iktidar olur. Herkes müzikle ilgilidir. Çünkü en çok adama en çok parayı günümüzde müzik kazandırır yedi sanatımızın içinde. En iddialı ve ispatı mümkün olmayan söz müzik için söylenmiştir. "Müzik ruhun gıdasıdır". Şimdi bu sözün, "Türk şöförü en asil duygunun insanıdır" vecizesinden ne farkı var? İlk başlarda sadece cisimleri birbirine çarptırarak ritm tutuluyordu. Sağa sola vurarak gürültü çıkarmak, herkesin kafasını şişirmiş olacak ki düzgün sesli enstrümanlar yapmak için çılgınlar gibi uğraşmıştır insanoğlu. Bunun neticesinde bulunan kabak kemane, klarnet gibi enstrümanlar birer mühendislik harikasıdır. Ama ekmeğini hep sanatçılar yer. Klarneti tasarlayan mühendisler, elektrogitarı yaptıkları anda niye imha etmemişler bilmiyorum ama o konuyu daha sonra irdeleriz.

Sanatların bronz madalyası tiyatroymuş. Evet. Gerçekten yazarken ben utanıyorum. Sene oldu 2014, hala tiyatro yapan var, o tiyatroya giden var, "devlet buna bişey yapsın" diyen var. İlkellikte ısrar etmenin en çağdaş yoludur tiyatro. Çeşit çeşit 3d teknolojileri çıkmış, rahat koltuğuna yayılıp istediğin yerde durdurup başlatarak bütün Dünya'yı izleyebilecek teknolojiye erişmişsin. Hala insanlar ciddi ciddi evlerinden kalkıp, tiyatro salonlarına gidiyor. Büyük bir ciddiyetle oturup göndermelerini dahi tam anlamadıkları metinlerin oyunlaştırılmasını seyrediyorlar. Bununla bir de gurur duyuyorlar. Shakespeare'e, Moliere'e saygım sonsuz. Dönem metinlerinde, üzerine konuşulması gereken çok şey var ama bunu niye canlandırıyorsun hala kardeşim. Eskiden okuma yazma oranları da imkanları da düşüktü. Bu tip bir görsellik, bilginin insanlara ulaşmasında kolaylık sağlıyordu. Şimdi bu metinler tüm Dünya dillerine çeviriliyor. Çevrilmese bile çoğumuz artık ortak bir dil olan İngilizce'yi biliyoruz. Açık konuş, sen tembel misin şekilci misin?

Dördüncü sırada dans var. Dikkat ederseniz hala ağzımı bozmuyorum. Anarşistlerin yüz karası Emma Goldman'dan kalan o lanet hatıra "Danssız devrimi naabıyım" hepinizde güzel hisler bırakıyor değil mi? İşte bu dans denen saçmalığın bugün gördüğü ilgi hep bunların yüzünden. Ablacım senin devrimden tam anladığın nedir acaba? Ancak goygoy. İspanya iç savaşındaki çabalarının yüzü suyu hürmetine Goldman'ı daha fazla örselemeden konuya dönüyorum. Dans da diğer birçok sanat dalı gibi çok tanrılı dinler menşeli bir uygulamadır. Artık tek tanrılı dinlerimiz var. Daha efendi gibi ritüelleri olan semavi dinler tüm Dünya'da yaygın. Yağmur istemiyorsan, ölmüşlerine bir faydasının olacağını düşünmüyorsan, yeni doğan bebeğine bir çıkar devşirmeyeceksen, ne diye zıplayıp duruyorsun arkadaşım?

Sırada en naif, en munis dalımız olan edebiyat var. İngilizcesi literature. Türkçesi şiir. Evet hiç boşuna birbirimizi kandırmayalım. Edebiyattan anladığımız şey şiir. Hepiniz farklı şairleri seviyorsunuz biliyorum. Seviyorum dediği de Özdemir Asaf, Cemal Süreya filan. Kız peşinde ömrünü tüketmiş, başka derdi gücü olmayan birileri. Şimdi Nazım tartışmalı, İsmet Özel tartışmalı (hatta yazdığı yıllara göre bile tartışmalı), Sezai Karakoç tartışmalı ama Cemal Safi değil. Çünkü diğerleri suya-sabuna dokunurken, küçük beyimizin bütün gündemi karı-kız. İki üç tane kafiyeli kelimeye sarıldın mı da sırtın yere gelmez. Ben şiir camiasında felek-kelek kafiyesinden ev geçindiren şairler biliyorum. Bir de Can Yücel tarzı var ki yüzlerce gencimiz bunun ışığında kendini şair zannetti. Bence bir işi çok iyi yapan adam, diğerlerini korkutmalı. Newton'u görüp matematiğe ilgi duyan var mı? Yada Gary Kasparov'u taklit etmeye çalışarak satranç oynamak da ne demek? Ama Can Yücel gençleri heveslendirdi. Baktılar Can Yücel'in şiirlerine, "lan bunu ben de yazarım" diye iç geçirdiler. Ama Can Yücel'i de açıktan kötülemediler. Kötüledikleri bir şeye benzeyeceklerdi yoksa. Hem Can Yücel'i övdüler hem şiir yazdılar. Böylece iyi bir şeye benzeyeceklerini sandılar. Olmadı. Gördüklerimin hepsini aşağıladım. Çoğuna bu işi bıraktırdım. Ama bir yerlerde hala aynı tarz şiir yazmaya çalışanlar var. Herkese de ben yetişemem.

Son olarak yapı yada mimari. Bu konuyu sanat dallarının içine dahil eden nüfuzlu mimar kimse kutluyorum kendisini. Dönem mimarisi aşağı yukarı dönemin tarzını yansıtan her türlü yapıydı. Osmanlı Mimarisi'ni yalnızca Mimar Sinan'ın eserleri zannedenler olabilir. Halbuki dönemin tüm binaları bir bütün halinde değerlendirilir. Bugünün şartlarında etrafınızdaki mimarlara şöyle bir bakın. Bundan bin yıl sonra, dönemimizin mimarisini oluşturacak olduğunu zannetmenin ağır yükünü omuzlarında taşıdıklarını göreceksiniz. Gelgelelim dönemimizin mimarisi oluştu bile. Bin yıl sonra bugüne ait bulunan tarz, tabi ki Toki mimarisi olacak. Ne sanmıştınız? Hiç birinizin adı Erdoğan Bayraktar kadar hatırlanmayacak. Bütün bunlar bir yana, statik hesabını yaptırdığın, dikmek için belediyeye rüşvet verip ruhsat aldığın, hak edişlerin imzalanması için üst yüklenici firmayı beklediğin bir şeye "sanat" derken için cız etmiyorsa, ben sana bir şey demiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder