Dışarıda çalışamayacağımı anladığımda iş işten geçmemişti.
Henüz 30 yaşında değildim. Bir miktar para batırırsam, çalışıp borcumu ödemeyi
gözüm kesiyordu. Ama o parayı batırmak için bile, bir yerden bulmak
zorundaydım.
İşte bu noktada karşıma çıkan “Kosgeb Yeni Girişimcilik
Eğitimi” için Kemerburgaz Üniversitesi binasındaydım. Bende kesinlikle
girişimci hamuru yoktu. Hırslı değildim. İş yerime kurumsal bir kimlik oturtmak
umrumda bile değildi. Zengin olmak istemiyordum. Sadece kendi başıma çalışmak
istiyordum ve bu eğitimin sonunda Kosgeb bana gereken şartları sağlayacaktı. Ya
da ben öyle sanıyordum.
Sınıf oldukça renkliydi. Hemen herkes, yapacağı işin
uzmanıydı. Bambaşka insanlar tanıyor, yenilikçi fikirler ediniyordum. Menemen
salonu açmak isteyen kızla, modaya yeni bir soluk getireceğini söyleyen ablanın
“Türkiye’nin geleceğinde parlaması beklenen sektörler” konulu tartışması,
“aslında merkezi bi yerde büfe açacaksın” sonucuna bağlanıyordu. Eğitimin ilk
günleri, seçtikleri sektörü öve öve bitiremeyen kursiyerler, daha bir hafta
geçmeden, fikirlerini değiştirmeye, başka iş kollarına yönelmeye başlamışlardı.
Kendilerinden bahsederken birbirleriyle yarışan kursiyerler,
derslerde işlenen konular karşısında önce ne yapacaklarını bilemediler.
Güzellik salonu açacak olan hanım kız, bu durumu ağzından “yaa ıma biz
ekonomist diyiliz ki yaani sonuçta” diyerek kaçırmıştı. Hoca da baktı ki
dikkatleri bu eften püften konulara bile odaklayamıyor, huzuru sınıfı
konuşturmakta buldu.
Hoca da benim kadar biliyordu ki bizim gibi 30 tane dar
gelirliyi konuşturacak tek bir konu vardı : Zengin övmek. Hoca videoyu açtı.
Ekranda önce yerli girişimcilerin gözbebeği Ali Sabancı belirdi. 10 dakikalık
güzelleme esnasında, gerek yakın çevresi, gerek Pegasus Airlines camiası, gerek
diğer girişimciler Ali Sabancı’nın ne yaman bir insan olduğunu anlattı. İşte
karşımızda bir zengin, üstelik sıfırdan başlamış. Bunu gören kursiyerlere şöyle
bir göz attım. Herkes çok mutluydu. Herkes ekranda kendisinin, kısa boylu,
tıknaz ve yuvarlak gözlüklü halini görüyordu adeta. Günü geldiğinde hepsi bu
ekrandaki adam gibi olabilirdi. Bu his, o adama karşı olan sevgilerini bir anda
kamçıladı. Hocanın söz vermesini bile beklemeden ayağa kalktı en cevval atakan
olanları ve başladı Ali Sabancı’yı övmeye. Çocuk övgüyü uzattıkça, diğer
kursiyerlerde bir tedirginlik baş gösterdi. Herkes çocuğa “yeter kardeşim, bize
övecek bir şey bırakmadın” der gibi bakıyordu. Sonra diğeri aldı sazı eline ve
sonra da diğeri. Bu böyle bütün sınıf Ali Sabancı’yı övene kadar devam etti.
Sıfırdan bir Boeing filosu kurmak nasıl mümkün olur, Sabancı’yı öven kursiyerin
soyadı ne, bu soyad hangi bankada kaç liralık kredi çıkarttırabilir? Bu soruların
hiçbir önemi yoktu. Bıyıklarımı burarak sırıtmaya devam ettim. Zira sırada
girişimciliğin şahı değil, şahbazı vardı.
Steve Jobs ekrana gelir gelmez, herkes övgüleri düşünmeye
başladı. “Beyaz kulaklık” meselesini övmek önemliydi. Bir insana yenilik ve
inovasyondan anladığını belli etmenin yolu, Ipod’un beyaz kulaklığını övmektir.
Nasıl ki Xavi ve Iniesta’yı övüp, Sabri Sarıoğlu ile dalga geçenlerin tam bir
futbol duayeni olduğunu anlıyorsak, iş dünyası için de beyaz kulaklık turnusol
işlevi görüyordu. İlk sıralarda söz alanlar, hemen iphone’un müthiş tasarımını
ve beyaz kulaklığı övdü. Sonlardakilere fazla bir şey kalmamıştı. Tekstilci
abla, “bi kere tarz sahibi adam, giydiği kazak filan belli ediyor yani”
şeklinde uzmanlığını da ortaya koyan bir övgü getirdi. Mango firmasının
ismindeki muhteşemliği övmekle kursu geçiren diğer iki tekstilciden birisi
kulağıma eğildi, “sen neden Steve Jobs’ı övmüyorsun?” dedi. “Ben evden çıkmadan
övmüştüm. Daha yeni övdüm de geldim” dedim. Anlamadı. Mango firmasının ismini
övmeye devam etti. O konuştukça etlerim sökülüyordu ama nazikçe kafa
sallıyordum. Bir gün hayallerini gerçekleştirecekti. Öncelikle buna kendisi
inanmalıydı. Kurumsal kimlik ve sosyal medyayı etkin kullanmak çok önemliydi. “Bir
gün” diyordu, “bir gün çok zengin olacağım”. Olamadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder